Nerede olduğunu hatırlamıyorum
ama ilk fotoğraflarını gördüğümden beri hayran olup, görmek istediğim “Bilbao
Guggenheim” müzesine gitme fikri millerimizin yanacak olmasıyla alevlendi. Böylece
Aralık ayı sonunda, tarih olarak evlilik yıldönümümüzü kapsayan 21 Haziran haftasına
3 günlük Bilbao biletimizi aldım. Ama oğlumuzun nişanının 13 Haziran’a konması
ile bizim planlar değişti. Programa San Sebastian’ı da katıp hem deniz, hem
sanat tatili olsun dedik ve tatili bir haftaya çıkararak biletimizi 18 – 24
Ağustos olarak değiştirdik. Sıcaktan bunaldığımız İstanbul günlerinde,yağmur
gösteren hava durumu tahminlerini çok dikkate almayıp bavulumuzu hazırlayıp
yola çıktık..
18 Ağustos Salı – San Sebastian:
THY’nin 8.40 uçağı ile
Bilbao’ya uçtuk. Airbus 320 olmasına rağmen, kişisel televizyonu olmayınca üç
buçuk saatlik yolculuk daha uzunmuş gibi geldi. Minicik Bilbao Havalimanına
12.10 da inince hemen pasaporttan geçip, dışarıda bizi bekleyen 12.45 San
Sebastian otobüsüne bindik. Şanslıydık çünkü birazcık geç kalsak bir saat
beklemek zorunda kalacaktık. Sevgili eşimin gitmeden internette yaptığı
araştırmalar sonucu biraz acele edince, bavullarda çabuk gelince güzel oldu.
Ama gökyüzündeki gri bulutlar ve serin hava biraz moralimizi bozdu.
Daha önce İspanya’ya iki kere
gelmiş olmama rağmen, Bask bölgesine yani Kuzeybatı İspanya’ya ilk defa
geliyorum. İlk görünüşe göre oldukça dağlık ve yemyeşil bir bölge. Dağların arasından, tarım alanlarından,
hayvanların otladığı yeşilliklerin arasından geçip kırk dakika sonra ilk denizi
gördüğümüzde bulutlarda azalmaya başlamıştı. Toplamda 80 dakika süren keyifli,
güzel manzaralarla dolu otobüs yolculuğumuz San Sebastian otobüs terminalinde
bittiğinde masmavi gökyüzü ve bunaltmayan sıcaklık vardı. Taksiye binip TRYP –
Wyndham Orly otelimize geldik. Mayolarımızı giyip hemen kendimizi sahile attık.
Otelimizin yeri çok iyi, denize ilk paralel yolda, ama odamızdan çok güzel bir
deniz manzarası var. ( Otelimizin deniz kenarında olmamasına daha sonraki
günler memnun olduk, çünkü gerek kumsalda gerekse kumsalın arkasındaki promenat
da gece boyunca gençler toplanıyor, şarkı söyleyip eğleniyorlar )
Yeni bir yere gelmenin heyecanı
ile hemen kumsala yayılmak istemedik. Uzaktan bakınca “La Concha” plajı çok
kalabalık gözükmesine rağmen kuma inince kalabalık çok rahatsız etmedi. İlk
gözümüze çarpan şey kumsalda şezlong ve şemsiye olmamasıydı. Olanları da belli
ki insanlar evlerinden getirmişler.
Denizin içinden kıyı boyunca yürüdük. Burası
çok güzel, C şeklinde bir koy. İki ucu tepelik, tam ortasında da “Santa Clara”
adası olunca göl gibi duruyor.
Denizin içinde etrafı
inceleyerek keyifle yürürken, acıktığımızı anlayınca yiyecek bir şeyler aramak
için yola çıktık. “Füniküler” yazısını görünce koyun sol ucundaki tepeye
çıkmaya karar verdik. “Mount İgeldo”dan şehri seyretmek çok keyifli.
Maalesef
yemek bulamadık ama soğuk bira ve cips iyi geldi. Burası daha çok çocuklar için
oyun parkı gibi ama manzara çok güzel. Aşağıya inince taksi ile otele döndük.
Yemek için dışarı çıktığımızda
saat sekiz buçuğa geliyordu. Kıyı çok kalabalıktı, meğerse herkes güneş
batışını bekliyormuş. 9.04 de muhteşem güneş batışını seyredip eski şehrin
daracık sokaklarına daldık. İspanyolların “tapas” kültürüne burada “pintxos”
deniyor. Ama birkaç lokantaya girince, pintxos’ların tapas’tan çok farklı
olduğunu anladık. Pintxos’lar bir dilim ekmek üstüne hazırlanmış yiyecekler.
Eline bir içki alıp, tabağına da birkaç parça pintxos koyup, bar kenarında
ayakta yiyorsun.
Bize zor geldi, biraz yürüyüp oturabileceğimiz bir lokanta
aradık. Sonunda “ La Cesario”ya girdik ve güzel bir yemek yedik.
Kaldırımdaki kafelerde kahvaltı eden şık insanlar arasından yürüyerek nehre kadar geldik. Nehir şehrin ikinci büyük plajı olan “Playa del Zurriola”nın yanından denize dökülüyor. Nehrin kenarı yemyeşil, yürüyüş ve bisiklet yolları var. Üzerinde olduğumuz dört köşesinde görkemli heykellerin olduğu “Maria Cristina” gibi köprülerin yanı sıra sadece yayalar için yapılmış köprülerde nehrin iki kıyısını bağlıyor.
19 Ağustos Çarşamba – San Sebastian:
Otelimizin yeri çok güzel. Ama
odalar dört yıldız gibi değil, bilhassa dolap küçük. Yine de uyanınca
pencereden gözüken koyun sakin görüntüsü insanın gününü neşelendiriyor.
Kahvaltıya inince gözlerimize inanamadık, çok kaliteli bir kahvaltı vardı.
Böylece bu oteli seçtiğimize memnun olduk.
Parlak ama serin bir havada
şehri gezmeye karar verdik. San Sebastian’da istenirse bisikletle çok güzel
gezilebilir. Bütün şehri çevreleyen bir bisiklet yolu var, hatta özel trafik
ışıkları bile var.
Kıyıdan uzaklaşınca bir sahil
kasabasında değil de normal bir şehirde gibi hissediyorsun, şık mağazaları,
bakımlı parkları, kiliseleri, trafiğe kapalı yolları, güzel lokantaları olan
sakin bir şehir. Şehrin mimarisi çok farklı. Yoğun bir Fransız etkisi var.
Ferforje demirlerin süslediği küçük balkonlar, genelde camlı bazende tahtalı
cumbalar bakımlı apartmanların karakteristik özellikleri.
Kaldırımdaki kafelerde kahvaltı eden şık insanlar arasından yürüyerek nehre kadar geldik. Nehir şehrin ikinci büyük plajı olan “Playa del Zurriola”nın yanından denize dökülüyor. Nehrin kenarı yemyeşil, yürüyüş ve bisiklet yolları var. Üzerinde olduğumuz dört köşesinde görkemli heykellerin olduğu “Maria Cristina” gibi köprülerin yanı sıra sadece yayalar için yapılmış köprülerde nehrin iki kıyısını bağlıyor.
Karşıya yürümekten vazgeçip
tekrar şehrin içine dönüyoruz. Bask mimarisinin görkemli örneklerinden olan “Cathedral of Buen Pastor”u gezip,
evlerin mimarisine, sokakların temizliğine hayran kalarak “Porte Vieja” denen eski şehre vardık. Artık öğlen olmuştu ve
acıkmıştık. Calle de Fermin, Calle Narika ve Calle de 31 Agosto üzerinde
sıralanmış Pinxto barlarından birine girelim dedik. Aman Allahım hepsi
birbirinden kalabalık. Sonunda “Gandaris”te
kendimize bir yer bulduk. Bilhassa deniz mahsüllü olanlardan kendimize bir
tabak yaptık, yanına da birer kadeh buranın yerli içkisi olan köpüklü elma
şarabından, Taxakoli, aldık. İşin doğrusu pinxto’ları yemek zor. Baget ekmek
dilimleri üzerine konan malzemeleri tek lokmada yemek zor, ısırınca ellerin
kirleniyor, çatal bıçak ile yemek zor. Buranın insanları alışmış, saatlerce
ayakta sohbet edip yiyip içiyorlar. Üstelik bar bar dolaşmayıda seviyorlar, 2
parça bir yerde yiyip, sonra gidip iki parça başka yerde yiyorlar. Ama bütün
gün şehri dolaşmış bir turistsen öğlen yemeğinde oturup dinlenmek ve keyf
yapmakistiyorsun. Bu yüzden ben küçük tabaklarda servis edilen tapas’ları tercih ederim. Gerçi her
yediğimiz çok lezzetli idi. Genellikle soğuk yenen pintxos’ların f iyatları 1
ila 4 euro arasında değişiyor. Aman dikkat, çok açsanız her biri çok süslü olan
pinxtos’lar sizi cezbediyor ve
tabağınızı dolduruyorsunuz, halbuki hepsinin altında birer dilim ekmek
olduğundan 3-4 tane ile rahatça doyuyorsunuz.
Yorulanların yaptığı gibi,
dinlenmek için Calle de 31 Agostos üzerindeki “Basilica de Santa Maria del Coro”nun basamaklarına oturduk.
Karşımızdaki yolun ucunda sabah gezdiğimiz katedral gözüküyor. Bunun için bu
noktaya “şehrin eski ve yeni yüzü birbirine bakıyor” diyorlar. Tabii bu iki
noktayı bağlayan daracık yol ise barların önüne kümelenmiş insanlarla dolu.
“La Concha” koyunun bir
ucundaki “Monte Igedo”ya dün çıkmıştık, bu günde eski şehrin üstünde yükselen,
en tepesinde kocaman bir Isa heykeli bulunan “Monte Urgull”a çıkmaya karar
verdik. Tepeye vardığımızda çok yorulmuştuk ama gördüğümüz manzaranın bu
yorgunluğa değdiğini düşündük.
İndiğimizde sonunda Akvaryum
olan liman bölgesinide gezip otele döndük. Mayolarımızı giyip plaja indiğimizde
saat beş olmuştu. Gördüğümüz kalabalığa inanamadık. Gerçi kumda havlularımıza
bir yer bulup uzanınca o kadar kalabalık hissetmiyorsun.
Güneşin batışını sahile
toplananlarla seyrettikten sonra, sabah otelden rezervasyon yaptırdığımız “Bernardo” da çok güzel bir yemek yedik.
Buraya her gelenin denemesi gereken Galiçya usulü ahtapot, kendi mürekkebinde
Kalamar, balık Çorbası ve Monk fish.
İlk gün rezarvasyon yaptırmaya
çalışıp da hiçbirinde yer bulamadığımız Michelin yıldızlı restoranları ile ünlü
San Sebastian’da yıldızsız lokantalarda çok lezzetli. Bazı pinxto barların
arkasında restoranlarıda olabiliyor, Bernardo
gibi. Hem uzağa gitmiyor, hem şehri yaşıyor, hem de güzel yemek yiyorsunuz.
20 Ağustos Perşembe – Biarittz:
Bu sabah planımız İspanya
sınırının hemen kuzeyinde yer alan, Fransa’nın Atlantik Okyanusu’na bakan
Biscay koyunda yer alan Biarritz’e gitmek. Otobüs terminaline gidip, Pesa
şirketine ait otobüsten saat on için bilet aldık. Yirmi dakika sonra değişen
yol işaretlerinden anladığımız kadarıyla Fransa’da idik. Biraz sonra önümüze
çıkan paralı yol gişesini geçtikten sonra otobüsümüzü durduran iki polis, şöyle
bir göz gezdirip otobüsten indi. Pasaportlarımız yanımızda olmasına rağmen
soran olmadı.
San Sebastian – Biarritz arası
tam elli dakika. Otobüsten inince hemen turizm ofisinden haritamızı alıp şehri
keşfetmeye başladık. İki dakika
yürüyünce ana plaj karşımıza çıktı. Masmavi deniz, altın rengi kumlar, kumsalın
hemen arkasında rengarenk tenteler, koyun iki ucu değişik kaya formasyonları
ile bitiyor, koyun ortasında ise kocaman bir saray var.
Biarritz’in hikayesi şöyle; 15. ve 16.yy’larda okyanusun çetin koşulları yüzünden zar zor ayakta kalan fakir
bir balıkçı köyü iken, 17yy’ın başlarında balina kasabası olarak gelişmeye
başlamış. Biarritz’in bir tatil merkezi olarak ilgileri üzerine çekmeyi
başarması, 1854’de Kraliçe Eugénie’nin, kocası kral III. Napolyon’u burada bir
saray yapmak için ikna etmesi ile mümkün olmuş. Ve Biaritz, Belle Epoque
döneminden başlayarak 19yy’ın sonlarına ve 20.yy’a, dünyaca ünlü güneşlenme ve
kumar beldesi olarak damgasını vurmuş. Bu dönemde Biarritz sahilleri, hem
Fransız hem Avrupalı hem de Rus zenginler tarafından adeta evlat edinilmiş. Seçkinlerin
vazgeçilmez tatil beldesi, İkinci Dünya Savaşını da atlatmayı başararak,
1920’lerden 50’lere kadar ihtişamlı partilere, balolara, danslara sahne olmuş.
Ancak Biarritz, 1950’lerden sonra yavaş yavaş şöhretini Akdeniz’in yükselen
destinasyonu Côte d’Azur’a kaptırmaya başlamış. Ve de 1970’lerde neredeyse
tamamen büyüsünü kaybetmiş, geriye sadece
sörfçüler kalmış. Ve yeniden doğuşunu yine sörf sayesinde sağlamış: 1993’den
beri her Temmuz ayında dünyanın her yerinden sörfçüler Biarritz Surf Festivali
için burada toplanıyor. Bu sayede kasaba son 15 yıldır taze kan aşılanmaya,
gençleşmeye ve modern bir görünüme kavuşmaya başlamış.
Kraliçe’nin görkemli sarayı Hôtel du Palais adıyla otele dönüştürülmüş. Koyun ucundaki deniz feneri ise buranın
simgelerinden. Sörf yapanları, yüzenleri seyrederek ana plaj boyunca yürüdük.
Sonrasında da kayalıklar arasına gizlenmiş daha küçük plajlarda var. Hemen
devamında ise Rocher de la Viega – Bakire
Kayası isimli adacık karşımıza çıktı. 1865’de III. Napolyon mercan kayaları
ile çevrili bu kayayı oydurup üzerine bir de Meryem Ana heykeli koydurtmuş ve
bir köprü ile kıyıya bağlatmış. Şimdi turistler için bir fotoğraf çekme noktası
gibi.
Hemen altında da şirin bir balıkçı limanı olan Port de Pecheurs yer alıyor. Buradaki salaş balıkçı lokantalarından
birinde çok lezzetli sardalyalar yedik. Dinlenmiş olmanın verdiği enerji ile
kıyı boyunca yürüyüşe devam etmek istedik ama ama daha çok sörfçülerin tercih
ettiği plajlardansa birazda kasabanın içini görelim dedik. Elimize kocaman bir
dondurma alıp yürürken karşımıza çıkan Hermes gibi şık butikler bize Fransa’da
olduğumuzu hatırlattı. Burada Fransızca’dan
çok Bask lisanı kullanılıyor. Mimarisi ise sarayın etkisiyle sanırım daha
asistokratik. San sebastian’ın şirin mimarisine nazaran daha klasik şatovari
binalar veya yeni yapılmış zevksiz yazlıklar var.
Alışveriş niyetimiz olmadığından saat dörtteki
otobüsü yakalayıp geri döndük. Ve tabii ki kendimizi La Concha Plajının soğuk sularına attık.
San Sebastian’da son akşamımızda “Beta – Jai” adlı Pinxto Barda yemeğimizi
yiyip sangriamızı içtik.
21 Ağustos Cuma – Getaria:
Bugün Bilbao’ya geçicez. Ama önce Getaria’ya gidip
öğlen yemeğinde meşhur kalkan ızgara yemek istedik. Bavullarımızı toplayıp,
otelden çıkışımızı yaptık ve Avenida
Libertade üzerindeki duraktan 10K numaralı otobüse bindik. Yarım saat sonra
Getaria’da idik. Şirin küçük bir sahil kasabası. Bize önerilen “Elkano
Restaurant”da yer olmayınca rezervasyon yaptırdığımız “Kai-a” restorana
gitmeden şehri dolaştık. Daha önce denediğimiz Taxakoli şaraplarının merkezi
burası. Aynı zamanda hamsi salamura ve balina avcılığı yapan tam bir balıkçı
kasabası. Tipik bir Bask bölgesi kasabası, arkasında yükselen bir dağı, önünde
güzel bir plajı, balıkçı kayıklarının sıralandığı minik bir limanı ve daracık
parke taşlı sokakları.
Şehri dolaşıp lokantaya geldiğimizde saat bir buçuktu ve
bizden başka bir masa vardı. Balık çorbasının ardından masaya gelen ızgara
Kalkanın tadını kolay kolay unutamayız sanırım. Yavaş yavaş dolan lokantada
saat üçte boş yer kalmamıştı, demek ki insanlar öğlen yemeğini geç yiyormuş.
Otobüsle otele dönüp, bavullarımızı aldık, taksiyle
otobüs terminaline gidip Bilbao otobüsüne bindik. 70 dakika sonra Bilbao otobüs
terminalindeydik. Taksiye atlayıp “
Hotel Melia Bilbao”ya geldiğimizde yorulmuştuk, ama hâlâ kalkanın tadını
konuşuyorduk.
Saat sekiz gibi otelden çıktık. Nervion nehri
kenarında yürüyüp eski şehre kadar gidip etrafı keşfedelim dedik. 5-6 dakika
sonra karşımıza Guggenheim Müzesi çıktı.
İnanılmaz etkileyiciydi.
Güneş batıpda hava kararmaya başladığından binanın
üzerindeki titanyum levhalar griye bürünmüştü. Anish Kapoor’un “Tall Tree and
the Eye” isimli çelik toplardan oluşan eseri müzenin kıvrımlı çizgileri ile çok
uyumlu. Arkamızdan gelen sesle irkilince müzeyi çevreleyen süs havuzundan
alevler fışkırdığını gördük. Meğerse Yves Klein’ın “Fire Fountain” isimli eseri
imiş.
Müze ile birlikte şehrede yayılmış sanat. Müzenin hemen yanıbaşından
geçen köprünün üstünde Daniel Buren’ın “Red Arches” isimli yerleştirmesi müzeye
ayrı bir renk katıyor. İçerinin ışıkları yanınca müze sarı – gri daha da mistik
bir havaya büründü.Büyülenmiş halde her noktasını incelerken mimar Frank
Gehry’nin nasıl bir dahi olduğuna, ne biçim bir hayal gücü ve yaratıcılığı
olduğuna bir kere daha hayran kaldık.
Louise Bourgeois’in dev örümceği “Maman”ın altından
geçip nehir kenarında yürümeye devam ettik.
Işıklandırılmış “Zubizuri”
köprüsünün yanından geçerken bu şehirde köprüler bile sanat eseri gibi diye
düşündük.
Keyifle yürüyüp eski şehrin ana meydanındaki tiyatroya kadar geldik,
onun yanındaki yolardan içeri dalıp sokakları keşfettik. Yorulunca taksi ile
otelimize döndük.
22 Ağustos Cumartesi – Bilbao:
Güzel bir kahvaltının altından bugünkü ilk hedef
“Guggenheim Müzesi”. Dün akşam ışıklandırılmış haline hayran olduğumuz müzenin
sabah halini görmek istedik. Ama öncesinde biraz müzenin hikayesini anlatayım.
1300 yıllarında nehir kenarında kurulmuş olan
Bilbao, iç liman görevi görerek, nehir üzerinden bölgenin derinliklerine yapılan
taşımacılığın merkezi olmuş. Endüstri döneminde ise nehir kenarında kurulan
iskele ve rıhtımların yakınlarında sanayileşme başlayınca, gri bir endüstri
kentine dönüşmüş. Globalleşme ile yavaş yavaş önemini kaybeden şehir, yıllar
içinde unutularak köhneleşmiş.
Şehrin ekonomisinin gittikçe kötüleştiğini gören
Bilbao yöneticileri, 1980’lerde, Nervion nehri kenarındaki bir binanın iddalı
bir sanat müzesine dönüştürülmesine karar verip, heykeltraş güdülerine sahip
mimar Frank Gehry ile anlaşmışlar. Gehry,
binanın devasa kütlesini yumuşatmak için esnek bir malzeme olan titanyumu
seçmiş. Gehry, demir, beton ve cam ağırlıklı binayı eğrisel biçimlerin hakim
olduğu parlak titanyum paneller ile kaplamış. Titanyumun yansıtıcı özelliği
sayesinde bina, içinde bulunduğu şehir ve hava koşulları ile etkileşime giren,
adeta yaşayan bir enstelasyona dönüşmüş. Şehir yetkilileri müze ismi ve
koleksiyonu için, Guggenheim ailesi ile anlaşmış.
Ve Bilbao 1997’de müze mucizesi
ile uykusundan uyanmış. Kendisi dev bir heykel olan bu
bina, kısa zamanda dünyaca ünlü mimarlar tarafından bir başyapıt olarak kabul
edilmiş. Ve Guggenheim sayesinde Bilbao’ya, dünyanın her yerinden akın akın
ziyaretçiler gelmeye başlamış. Modern
zamanların bu efsanevi kentsel dönüşüm hikayesi, mimarlık ve ekonomi
literatürüne, “Bilbao Effect – Bilbao etkisi” terimini hediye etmiş. Terim bir
kentin sosyo-ekonomik kaderinin bir bina ile değişmesini ifade eder.
Hava bulutlu olmasına rağmen üç saat etrafını dolaştık. Bugün gri gözüken dış
yüzeyin mavi gökyüzü altında mavi, güneş batarken kırmızı olduğunu gördük diğer
günler. Her noktadan farklı bir görüntü veriyor müze. Binanın sürekli değişen güneş ışınlarını, gökyüzündeki
bulutları, nehrin sularını yansıtması, ona hareket ve dinamizm kazandırmış,
sanki yaşayan bir varlık izlenimi veriyor. Bina kendini hava ve doğa ile
bütünleştirerek, sanki şehrin değişen ruh halini yansıtan bir ikona dönüşmüş.
Değişimin sembolize etmeyi hedefleyen Bilbao yetkilileri, Frank Gehry’nin
ustalığı ile bunu çok iyi becermişler.
Hayran hayran bakınırken bir anda etrafımızı müzeyi
çevreleyen havuzun kenarından çıkan sis kapladı. Meğerse her saat başı
tekrarlanan bu olay Fujiko Nakaya’nın “Fog” adlı eseri imiş.
La Salve köprüsünden karşıya geçerken
köprü üstünden, karşı kıyıdan kaç tane fotoğraf çektim acaba? Jeff Koons’un gerçek çiçeklerle süslenmiş köpek
heykeli “Puppy”i fotoğraflayıp içeriye girdiğimizde artık yorulmuştuk.
Kafede oturup dinlendikten sonra müzenin içini
gezmeye başladık. Müzenin dışı kadar
içi de etkileyiciydi. Dışarıda kıvrımlar ve kavisler ile yaratılmış yumuşaklık,
içerde de devam ediyor, özellikle müzenin ortasında yer alan yüksek tavanlı
atrium muhteşem.
İlk katta
kalıcı sergiler vardı. Richard Serra’nın çelikten yapılma büyük labirent gibi
heykelleri bana pek cazip gelmedi ama Jenny Holzer’in elektronik LED ışıklarla
yaptığı “Installation for Bilbao” eseri güzeldi. Balkona çıktığımızda da
dışardan bır kısmını görebildiğimiz Jeff
Koons’un rengarenk “Tulips” adlı eseriyle karşılaştık. İkinci katta
büyük bir Jeff Koons sergisi vardı. Paslanmaz çelikten ayna yüzeyli balon
hayvanlar, çiçekler gibi sıradan nesnelerin reprodüksiyonlarını yapan Amerikalı
sanatçının, 2013 yılında New York’da yapılan bir açık arttırmada, portakal
renkli “Ballon Dog” eseri 58 milyon dolara satılınca yaşayan en pahalı sanatçı
ünvanını almış. Aslında çok enteresan yapıtları var. Çok takdir edeni olduğu
kadar eserlerini sevmeyende çok var.
Üst katta
ise benim çok sevmediğim daha çok sokak sanatları, grafiti eserleri olan çok
genç yaşta hayatını kaybetmiş Jean-Mitchel Basquit sergisi vardı.
Müzeden çıkınca çok yorgunduk. Akşam başlayacak
olan festivale hazırlanmak için önce otele gidip dinlendik.
Festival bizim için sürpriz oldu, hiç haberimiz
yoktu. Meğerse Bask bölgesinde, bilhassa Bilbao’da Ağustos’un sonunda dokuz
günlük Aste Nagusia veya Grande Semane denilen bir festival
olurmuş.
Nervion nehri kenarına kurulan çadırlarda
konserler, gösteriler, yarışmalar yapılıyor, bazı çadırlar sadece yiyecek
içecek satıyor. Hafta boyunca her akşam 22.45 de havai fişek gösterileri
yapılıyor, sonunda en güzel olana ödül veriliyor. Boğa güreşleri, odun kesme
yarışları, dans yarışmaları, Bask kültürüne özel gösteriler yapılıyor.
Festival (bu sene 22 – 30 Ağustos), Cumartesi günü top
atışının ardından festival maskotu Marijaia’nın
meydandaki “Teatro Arriaga” tiyatrosunun
balkonuna çıkmasıyla başlarmış. Biz otelde top atışını duyduk ama bu kadar
büyük bir olay olduğunu bilmediğimizden acele etmedik. 23.30 da şehrin değişik
meydanlarında kurulan beş sahnede başlayacak konserleri ve havai fişek
gösterisini hedeflediğimizden sekizbuçuk gibi otelden çıktık. Şehir merkezine
yaklaştıkça gördüğümüz kalabalığa inanamadık. Çocuklar, yaşlılar, gençler,
sanki eline bir bira şişesi alan sokağa dökülmüştü. Etrafımıza şaşkın şaşkın
bakarken ani bastıran bir yağmura yakalandık. Saçağın altında beklemekten
sıkılıp biraz yürüdük ve ilk gördüğümüz
lokantaya girdik. “La Olla” da, beklentimiz olmamasına rağmen, güzel yemekler
yedik. Çıktığımızda yağmur durmuştu, kalabalığa kapılıp önce ayrılıkçı
Basklılarla, sonra feministlerle yürüyerek tiyatronun önündeki meydana geldik. Madrid’den gelen grubun
yaptığı havai fişek gösterisini seyrettik. Eskiden boğa güreşleri için
kullanılan “ Nueva Square”de kurulan
sahnede Jamaikalı Michael Prophet’ten reggae müziği dinledik.
Sonrada yürüyüp Guggenheim Müzesinin yanında kurulan sahnede Los Suaves’ten rock şarkılar dinledik.
23 Ağustos Pazar - Getxo:
Bugün Getxo’ya,
Nervion nehrinin okyanusa döküldüğü kasabaya, gidiyoruz. Getxo metroyla yirmi
dakika uzaklıkta. Metroya giderken şehride geziyoruz. Otelin yanındaki parkın
çıkışında çocuklar için oyun alanları kurulmuş festival kapsamında, parkın
içindeki sahnede ise yine bir konser var. Büyük bir İsa heykelinin yer aldığı”Plaza del Corazon de Jesus” meydanından
geçip metroya geliyoruz. Şehrin değişimi sırasında metro girişleri Norman
Foster tarafından tasarlanmış. Ultra modern kavisli cam tünellere “fosteritos” ismi veriliyor.
Metro Nervion
nehrine parelel gidiyor, metro duraklarında antrepolar ve vinçler gözüküyor.
Getxo, UNESCO kültür mirası listesine girmiş olan
“Hanging Bridge” ile ünlü. Hayatımda ilk defa böyle bir taşıma sistemi gördüm. Transporter Bridge olarak da
adlandırılan bu sistem İngiltere, Fransa, Almanya ve Arjantinde de varmış.
Dünyanın ilk mekanik köprüsü olan Bizkaia Bridge 1893 yılında açılmış.
1937 yılında İspanya İç savaşı sırasında nehir trafiğine engel olmak için
bombalanıyor, 1941 yılında yeniden ulaşıma açılıyor.
Asansörle köprünün
üstündeki yaya yürüyüş yoluna çıkınca nehrin kenarında yer alan Portugalate ve
Las Arenas semtlerini, nehrin okyanusa açıldığı Biskay körfezini tüm güzelliği
ile gördük.
Karşı kıyıda tekrar asansörle aşağı inerek, Portugalate
sokaklarında biraz dolaştıktan sonra, ortasına altı araba alabilen gondolun yirmi
kadar yolcunun sığabileceği kapalı bölümüne binerek karşıya geçtik. Nehrin her
iki yakasında da çok güzel evler var. Bir zamanlar Bilbao sakinlerinin Neo-Bask
stili yazlık evlerinin olduğu deniz kenarında yürüdük. Bu günlerde ise Okyanus
kenarındaki plajları surf yapanların gözbebeği.
Metroyla dönüşte eski şehirde indik. Festival için
nehir kenarına kurulmuş çadırlar daha bu saatten dolmaya başlamıştı. Altından
beyaz fistoları çıkan mavi etekleri, boyunlarına bağladıkları mavi eşarpları ve
Bilboa tişörtleri ile çoğunluk festivale özel giyinmişlerdi.
Pazar günü dükkanlar ve alışveriş mağazaları
kapalı, onun için herkes çoluk çocuk sokakta. Bizde birer tişört alıp
kalabalığa karıştık. Bir gece önce yiyemediğimiz midyelerden yemek için “La Mejillonera”ya gittik. Midyeler
muhteşemdi, yanında içtiğimiz “Esterella Galicia”nın kırmızı birası ise tüm yorgunluğumuzu
aldı.
Otelde dinlendikten sonra bu akşamki havai fişek
gösterisini müze tarafından seyretmek istediğimiz için “Txoco” adlı lokantada
yemeğimizi yedik. Son biralarımızı elimize alıp Valencia’dan gelen ekibin
yaptığı inanılmaz güzel bir havai fişek gösterisi seyrettik. Gösteri sonunda
tepede yangın çıktı ama hemen müdahale edildi. Müzenin yanındaki sahnedeki Belediye
Orkestrasının konserini izleyip otele döndük.
24 Ağustos Pazartesi – Bilbao:
Tatil bitti, bu gün son günümüz. Ama uçağımız akşam
beşte olduğundan bavulları kapatıp yine kendimizi şehrin sokaklarına attık. Şehrin
diğer önemli müzesi “Museo de Bellas Artes”e gittik. Genelde Bask ve İspanyol
sanatçıların eserlerinin sergilendiği müzeye hava güzel olduğundan girmedik. Plaza Moyua’ya yürüyüp köşedeki San
Nicolas kilisesine girdik. Buradaki kiliselerde artık elektrikli mumlar var,
normal mum kullanılmıyor. Sekiz caddenin kesiştiği bu meydandan trafiğe kapalı
caddeye girince Manola Valdes’in
kraliçe heykelleri ile karşılaştık.
Ardından şehrin ünlü alışveriş caddesi Gran Via’da dolaştık. Pastanelerin
vitrinlerindeki festival maskotu Marijaia
pastaları çok şirindi.
İçinde farklı sütunların yer aldığı Alhondiga Kültür Merkezi, Avrupa’nın en
büyük kapalı yemek pazarlarından Mercado
de La Ribera’yı dolaştık. Caddelerdeki heykellere hayran kaldık. Sokak
konserleri dinledik. Hatta tiyatronun
önündeki sihirbaz gösterisini çocuklarla birlikte seyrettik.
Festival sayesinde biz çok renkli
yaşadık Bilbao’yu. Ama festival olmasa da keyifle gezilecek, karmaşası,
koşturması olmayan, güzel yemekleri, farklı mimarisi, yemyeşil parkları ve
heykelimsi Guggenheim Müzesiyle görülmeye değer bir şehir.
Otele dönmeden bir barda son defa Basklılar gibi
ayakta pintxo yeyip şarap içtik. Burada içtiğimiz bütün şaraplar Rioja bölgesinden. Bilbao’ya 100km. uzaktaki
şarap bölgesi Rioja’yı belki bir sonraki sefer gezeriz.