2 Eylül 2015

San Sebastian - Bilbao

Nerede olduğunu hatırlamıyorum ama ilk fotoğraflarını gördüğümden beri hayran olup, görmek istediğim “Bilbao Guggenheim” müzesine gitme fikri millerimizin yanacak olmasıyla alevlendi. Böylece Aralık ayı sonunda, tarih olarak evlilik yıldönümümüzü kapsayan 21 Haziran haftasına 3 günlük Bilbao biletimizi aldım. Ama oğlumuzun nişanının 13 Haziran’a konması ile bizim planlar değişti. Programa San Sebastian’ı da katıp hem deniz, hem sanat tatili olsun dedik ve tatili bir haftaya çıkararak biletimizi 18 – 24 Ağustos olarak değiştirdik. Sıcaktan bunaldığımız İstanbul günlerinde,yağmur gösteren hava durumu tahminlerini çok dikkate almayıp bavulumuzu hazırlayıp yola çıktık..

18 Ağustos Salı – San Sebastian:

THY’nin 8.40 uçağı ile Bilbao’ya uçtuk. Airbus 320 olmasına rağmen, kişisel televizyonu olmayınca üç buçuk saatlik yolculuk daha uzunmuş gibi geldi. Minicik Bilbao Havalimanına 12.10 da inince hemen pasaporttan geçip, dışarıda bizi bekleyen 12.45 San Sebastian otobüsüne bindik. Şanslıydık çünkü birazcık geç kalsak bir saat beklemek zorunda kalacaktık. Sevgili eşimin gitmeden internette yaptığı araştırmalar sonucu biraz acele edince, bavullarda çabuk gelince güzel oldu. Ama gökyüzündeki gri bulutlar ve serin hava biraz moralimizi bozdu.
Daha önce İspanya’ya iki kere gelmiş olmama rağmen, Bask bölgesine yani Kuzeybatı İspanya’ya ilk defa geliyorum. İlk görünüşe göre oldukça dağlık ve yemyeşil bir bölge.  Dağların arasından, tarım alanlarından, hayvanların otladığı yeşilliklerin arasından geçip kırk dakika sonra ilk denizi gördüğümüzde bulutlarda azalmaya başlamıştı. Toplamda 80 dakika süren keyifli, güzel manzaralarla dolu otobüs yolculuğumuz San Sebastian otobüs terminalinde bittiğinde masmavi gökyüzü ve bunaltmayan sıcaklık vardı. Taksiye binip TRYP – Wyndham Orly otelimize geldik. Mayolarımızı giyip hemen kendimizi sahile attık. Otelimizin yeri çok iyi, denize ilk paralel yolda, ama odamızdan çok güzel bir deniz manzarası var. ( Otelimizin deniz kenarında olmamasına daha sonraki günler memnun olduk, çünkü gerek kumsalda gerekse kumsalın arkasındaki promenat da gece boyunca gençler toplanıyor, şarkı söyleyip eğleniyorlar )
Yeni bir yere gelmenin heyecanı ile hemen kumsala yayılmak istemedik. Uzaktan bakınca “La Concha” plajı çok kalabalık gözükmesine rağmen kuma inince kalabalık çok rahatsız etmedi. İlk gözümüze çarpan şey kumsalda şezlong ve şemsiye olmamasıydı. Olanları da belli ki insanlar evlerinden getirmişler.


 Denizin içinden kıyı boyunca yürüdük. Burası çok güzel, C şeklinde bir koy. İki ucu tepelik, tam ortasında da “Santa Clara” adası olunca göl gibi duruyor.
Denizin içinde etrafı inceleyerek keyifle yürürken, acıktığımızı anlayınca yiyecek bir şeyler aramak için yola çıktık. “Füniküler” yazısını görünce koyun sol ucundaki tepeye çıkmaya karar verdik. “Mount İgeldo”dan şehri seyretmek çok keyifli. 



Maalesef yemek bulamadık ama soğuk bira ve cips iyi geldi. Burası daha çok çocuklar için oyun parkı gibi ama manzara çok güzel. Aşağıya inince taksi ile otele döndük.

Yemek için dışarı çıktığımızda saat sekiz buçuğa geliyordu. Kıyı çok kalabalıktı, meğerse herkes güneş batışını bekliyormuş. 9.04 de muhteşem güneş batışını seyredip eski şehrin daracık sokaklarına daldık. İspanyolların “tapas” kültürüne burada “pintxos” deniyor. Ama birkaç lokantaya girince, pintxos’ların tapas’tan çok farklı olduğunu anladık. Pintxos’lar bir dilim ekmek üstüne hazırlanmış yiyecekler. Eline bir içki alıp, tabağına da birkaç parça pintxos koyup, bar kenarında ayakta yiyorsun. 


Bize zor geldi, biraz yürüyüp oturabileceğimiz bir lokanta aradık. Sonunda “ La Cesario”ya girdik ve güzel bir yemek yedik.


19 Ağustos Çarşamba – San Sebastian:

Otelimizin yeri çok güzel. Ama odalar dört yıldız gibi değil, bilhassa dolap küçük. Yine de uyanınca pencereden gözüken koyun sakin görüntüsü insanın gününü neşelendiriyor. Kahvaltıya inince gözlerimize inanamadık, çok kaliteli bir kahvaltı vardı. Böylece bu oteli seçtiğimize memnun olduk.
Parlak ama serin bir havada şehri gezmeye karar verdik. San Sebastian’da istenirse bisikletle çok güzel gezilebilir. Bütün şehri çevreleyen bir bisiklet yolu var, hatta özel trafik ışıkları bile var.
Kıyıdan uzaklaşınca bir sahil kasabasında değil de normal bir şehirde gibi hissediyorsun, şık mağazaları, bakımlı parkları, kiliseleri, trafiğe kapalı yolları, güzel lokantaları olan sakin bir şehir. Şehrin mimarisi çok farklı. Yoğun bir Fransız etkisi var. Ferforje demirlerin süslediği küçük balkonlar, genelde camlı bazende tahtalı cumbalar bakımlı apartmanların karakteristik özellikleri. 







Kaldırımdaki kafelerde kahvaltı eden şık insanlar arasından yürüyerek nehre kadar geldik. Nehir şehrin ikinci büyük plajı olan “Playa del Zurriola”nın yanından denize dökülüyor. Nehrin kenarı yemyeşil, yürüyüş ve bisiklet yolları var. Üzerinde olduğumuz dört köşesinde görkemli heykellerin olduğu “Maria Cristina” gibi köprülerin yanı sıra sadece yayalar için yapılmış köprülerde nehrin iki kıyısını bağlıyor.
Karşıya yürümekten vazgeçip tekrar şehrin içine dönüyoruz. Bask mimarisinin görkemli örneklerinden olan “Cathedral of Buen Pastor”u gezip, evlerin mimarisine, sokakların temizliğine hayran kalarak “Porte Vieja” denen eski şehre vardık. Artık öğlen olmuştu ve acıkmıştık. Calle de Fermin, Calle Narika ve Calle de 31 Agosto üzerinde sıralanmış Pinxto barlarından birine girelim dedik. Aman Allahım hepsi birbirinden kalabalık. Sonunda “Gandaris”te kendimize bir yer bulduk. Bilhassa deniz mahsüllü olanlardan kendimize bir tabak yaptık, yanına da birer kadeh buranın yerli içkisi olan köpüklü elma şarabından, Taxakoli, aldık. İşin doğrusu pinxto’ları yemek zor. Baget ekmek dilimleri üzerine konan malzemeleri tek lokmada yemek zor, ısırınca ellerin kirleniyor, çatal bıçak ile yemek zor. Buranın insanları alışmış, saatlerce ayakta sohbet edip yiyip içiyorlar. Üstelik bar bar dolaşmayıda seviyorlar, 2 parça bir yerde yiyip, sonra gidip iki parça başka yerde yiyorlar. Ama bütün gün şehri dolaşmış bir turistsen öğlen yemeğinde oturup dinlenmek ve keyf yapmakistiyorsun. Bu yüzden ben küçük tabaklarda servis edilen tapas’ları tercih ederim. Gerçi her yediğimiz çok lezzetli idi. Genellikle soğuk yenen pintxos’ların f iyatları 1 ila 4 euro arasında değişiyor. Aman dikkat, çok açsanız her biri çok süslü olan pinxtos’lar sizi cezbediyor ve tabağınızı dolduruyorsunuz, halbuki hepsinin altında birer dilim ekmek olduğundan 3-4 tane ile rahatça doyuyorsunuz.
Yorulanların yaptığı gibi, dinlenmek için Calle de 31 Agostos üzerindeki “Basilica de Santa Maria del Coro”nun basamaklarına oturduk. Karşımızdaki yolun ucunda sabah gezdiğimiz katedral gözüküyor. Bunun için bu noktaya “şehrin eski ve yeni yüzü birbirine bakıyor” diyorlar. Tabii bu iki noktayı bağlayan daracık yol ise barların önüne kümelenmiş insanlarla dolu.




“La Concha” koyunun bir ucundaki “Monte Igedo”ya dün çıkmıştık, bu günde eski şehrin üstünde yükselen, en tepesinde kocaman bir Isa heykeli bulunan “Monte Urgull”a çıkmaya karar verdik. Tepeye vardığımızda çok yorulmuştuk ama gördüğümüz manzaranın bu yorgunluğa değdiğini  düşündük.



İndiğimizde sonunda Akvaryum olan liman bölgesinide gezip otele döndük. Mayolarımızı giyip plaja indiğimizde saat beş olmuştu. Gördüğümüz kalabalığa inanamadık. Gerçi kumda havlularımıza bir yer bulup uzanınca o kadar kalabalık hissetmiyorsun.



Güneşin batışını sahile toplananlarla seyrettikten sonra, sabah otelden rezervasyon yaptırdığımız “Bernardo” da çok güzel bir yemek yedik. Buraya her gelenin denemesi gereken Galiçya usulü ahtapot, kendi mürekkebinde Kalamar, balık Çorbası ve Monk fish.
İlk gün rezarvasyon yaptırmaya çalışıp da hiçbirinde yer bulamadığımız Michelin yıldızlı restoranları ile ünlü San Sebastian’da yıldızsız lokantalarda çok lezzetli. Bazı pinxto barların arkasında restoranlarıda olabiliyor, Bernardo gibi. Hem uzağa gitmiyor, hem şehri yaşıyor, hem de güzel yemek yiyorsunuz.


20 Ağustos Perşembe – Biarittz:

Bu sabah planımız İspanya sınırının hemen kuzeyinde yer alan, Fransa’nın Atlantik Okyanusu’na bakan Biscay koyunda yer alan Biarritz’e gitmek. Otobüs terminaline gidip, Pesa şirketine ait otobüsten saat on için bilet aldık. Yirmi dakika sonra değişen yol işaretlerinden anladığımız kadarıyla Fransa’da idik. Biraz sonra önümüze çıkan paralı yol gişesini geçtikten sonra otobüsümüzü durduran iki polis, şöyle bir göz gezdirip otobüsten indi. Pasaportlarımız yanımızda olmasına rağmen soran olmadı.
San Sebastian – Biarritz arası tam elli dakika. Otobüsten inince hemen turizm ofisinden haritamızı alıp şehri keşfetmeye başladık. İki dakika  yürüyünce ana plaj karşımıza çıktı. Masmavi deniz, altın rengi kumlar, kumsalın hemen arkasında rengarenk tenteler, koyun iki ucu değişik kaya formasyonları ile bitiyor, koyun ortasında ise kocaman bir saray var.



Biarritz’in hikayesi şöyle; 15. ve 16.yy’larda okyanusun çetin koşulları yüzünden zar zor ayakta kalan fakir bir balıkçı köyü iken, 17yy’ın başlarında balina kasabası olarak gelişmeye başlamış. Biarritz’in bir tatil merkezi olarak ilgileri üzerine çekmeyi başarması, 1854’de Kraliçe Eugénie’nin, kocası kral III. Napolyon’u burada bir saray yapmak için ikna etmesi ile mümkün olmuş. Ve Biaritz, Belle Epoque döneminden başlayarak 19yy’ın sonlarına ve 20.yy’a, dünyaca ünlü güneşlenme ve kumar beldesi olarak damgasını vurmuş. Bu dönemde Biarritz sahilleri, hem Fransız hem Avrupalı hem de Rus zenginler tarafından adeta evlat edinilmiş. Seçkinlerin vazgeçilmez tatil beldesi, İkinci Dünya Savaşını da atlatmayı başararak, 1920’lerden 50’lere kadar ihtişamlı partilere, balolara, danslara sahne olmuş. Ancak Biarritz, 1950’lerden sonra yavaş yavaş şöhretini Akdeniz’in yükselen destinasyonu Côte d’Azur’a kaptırmaya başlamış. Ve de 1970’lerde neredeyse tamamen büyüsünü kaybetmiş, geriye sadece sörfçüler kalmış. Ve yeniden doğuşunu yine sörf sayesinde sağlamış: 1993’den beri her Temmuz ayında dünyanın her yerinden sörfçüler Biarritz Surf Festivali için burada toplanıyor. Bu sayede kasaba son 15 yıldır taze kan aşılanmaya, gençleşmeye ve modern bir görünüme kavuşmaya başlamış.
Kraliçe’nin görkemli sarayı Hôtel du Palais adıyla otele dönüştürülmüş. Koyun ucundaki deniz feneri ise buranın simgelerinden. Sörf yapanları, yüzenleri seyrederek ana plaj boyunca yürüdük. Sonrasında da kayalıklar arasına gizlenmiş daha küçük plajlarda var. Hemen devamında ise Rocher de la Viega – Bakire Kayası isimli adacık karşımıza çıktı. 1865’de III. Napolyon mercan kayaları ile çevrili bu kayayı oydurup üzerine bir de Meryem Ana heykeli koydurtmuş ve bir köprü ile kıyıya bağlatmış. Şimdi turistler için bir fotoğraf çekme noktası gibi. 



Hemen altında da şirin bir balıkçı limanı olan Port de Pecheurs yer alıyor. Buradaki salaş balıkçı lokantalarından birinde çok lezzetli sardalyalar yedik. Dinlenmiş olmanın verdiği enerji ile kıyı boyunca yürüyüşe devam etmek istedik ama ama daha çok sörfçülerin tercih ettiği plajlardansa birazda kasabanın içini görelim dedik. Elimize kocaman bir dondurma alıp yürürken karşımıza çıkan Hermes gibi şık butikler bize Fransa’da olduğumuzu hatırlattı.  Burada Fransızca’dan çok Bask lisanı kullanılıyor. Mimarisi ise sarayın etkisiyle sanırım daha asistokratik. San sebastian’ın şirin mimarisine nazaran daha klasik şatovari binalar veya yeni yapılmış zevksiz yazlıklar var.
Alışveriş niyetimiz olmadığından saat dörtteki otobüsü yakalayıp geri döndük. Ve tabii ki kendimizi La Concha Plajının soğuk sularına attık.

San Sebastian’da son akşamımızda “Beta – Jai” adlı Pinxto Barda yemeğimizi yiyip sangriamızı içtik. 




21 Ağustos Cuma – Getaria:

Bugün Bilbao’ya geçicez. Ama önce Getaria’ya gidip öğlen yemeğinde meşhur kalkan ızgara yemek istedik. Bavullarımızı toplayıp, otelden çıkışımızı yaptık ve Avenida Libertade üzerindeki duraktan 10K numaralı otobüse bindik. Yarım saat sonra Getaria’da idik. Şirin küçük bir sahil kasabası. Bize önerilen “Elkano Restaurant”da yer olmayınca rezervasyon yaptırdığımız “Kai-a” restorana gitmeden şehri dolaştık. Daha önce denediğimiz Taxakoli şaraplarının merkezi burası. Aynı zamanda hamsi salamura ve balina avcılığı yapan tam bir balıkçı kasabası. Tipik bir Bask bölgesi kasabası, arkasında yükselen bir dağı, önünde güzel bir plajı, balıkçı kayıklarının sıralandığı minik bir limanı ve daracık parke taşlı sokakları. 


Şehri dolaşıp lokantaya geldiğimizde saat bir buçuktu ve bizden başka bir masa vardı. Balık çorbasının ardından masaya gelen ızgara Kalkanın tadını kolay kolay unutamayız sanırım. Yavaş yavaş dolan lokantada saat üçte boş yer kalmamıştı, demek ki insanlar öğlen yemeğini geç yiyormuş.
Otobüsle otele dönüp, bavullarımızı aldık, taksiyle otobüs terminaline gidip Bilbao otobüsüne bindik. 70 dakika sonra Bilbao otobüs terminalindeydik. Taksiye atlayıp “  Hotel Melia Bilbao”ya geldiğimizde yorulmuştuk, ama hâlâ kalkanın tadını konuşuyorduk.
Saat sekiz gibi otelden çıktık. Nervion nehri kenarında yürüyüp eski şehre kadar gidip etrafı keşfedelim dedik. 5-6 dakika sonra karşımıza Guggenheim Müzesi çıktı. İnanılmaz etkileyiciydi. 



Güneş batıpda hava kararmaya başladığından binanın üzerindeki titanyum levhalar griye bürünmüştü. Anish Kapoor’un “Tall Tree and the Eye” isimli çelik toplardan oluşan eseri müzenin kıvrımlı çizgileri ile çok uyumlu. Arkamızdan gelen sesle irkilince müzeyi çevreleyen süs havuzundan alevler fışkırdığını gördük. Meğerse Yves Klein’ın “Fire Fountain” isimli eseri imiş. 



Müze ile birlikte şehrede yayılmış sanat. Müzenin hemen yanıbaşından geçen köprünün üstünde Daniel Buren’ın “Red Arches” isimli yerleştirmesi müzeye ayrı bir renk katıyor. İçerinin ışıkları yanınca müze sarı – gri daha da mistik bir havaya büründü.Büyülenmiş halde her noktasını incelerken mimar Frank Gehry’nin nasıl bir dahi olduğuna, ne biçim bir hayal gücü ve yaratıcılığı olduğuna bir kere daha hayran kaldık.
Louise Bourgeois’in dev örümceği “Maman”ın altından geçip nehir kenarında yürümeye devam ettik.



Işıklandırılmış “Zubizuri” köprüsünün yanından geçerken bu şehirde köprüler bile sanat eseri gibi diye düşündük. 


Keyifle yürüyüp eski şehrin ana meydanındaki tiyatroya kadar geldik, onun yanındaki yolardan içeri dalıp sokakları keşfettik. Yorulunca taksi ile otelimize döndük.


22 Ağustos Cumartesi – Bilbao:

Güzel bir kahvaltının altından bugünkü ilk hedef “Guggenheim Müzesi”. Dün akşam ışıklandırılmış haline hayran olduğumuz müzenin sabah halini görmek istedik. Ama öncesinde biraz müzenin hikayesini anlatayım.
1300 yıllarında nehir kenarında kurulmuş olan Bilbao, iç liman görevi görerek, nehir üzerinden bölgenin derinliklerine yapılan taşımacılığın merkezi olmuş. Endüstri döneminde ise nehir kenarında kurulan iskele ve rıhtımların yakınlarında sanayileşme başlayınca, gri bir endüstri kentine dönüşmüş. Globalleşme ile yavaş yavaş önemini kaybeden şehir, yıllar içinde unutularak köhneleşmiş.  
Şehrin ekonomisinin gittikçe kötüleştiğini gören Bilbao yöneticileri, 1980’lerde, Nervion nehri kenarındaki bir binanın iddalı bir sanat müzesine dönüştürülmesine karar verip, heykeltraş güdülerine sahip mimar Frank Gehry ile anlaşmışlar. Gehry, binanın devasa kütlesini yumuşatmak için esnek bir malzeme olan titanyumu seçmiş. Gehry, demir, beton ve cam ağırlıklı binayı eğrisel biçimlerin hakim olduğu parlak titanyum paneller ile kaplamış. Titanyumun yansıtıcı özelliği sayesinde bina, içinde bulunduğu şehir ve hava koşulları ile etkileşime giren, adeta yaşayan bir enstelasyona dönüşmüş. Şehir yetkilileri müze ismi ve koleksiyonu için, Guggenheim ailesi ile anlaşmış.
Ve Bilbao 1997’de müze mucizesi ile uykusundan uyanmış. Kendisi dev bir heykel olan bu bina, kısa zamanda dünyaca ünlü mimarlar tarafından bir başyapıt olarak kabul edilmiş. Ve Guggenheim sayesinde Bilbao’ya, dünyanın her yerinden akın akın ziyaretçiler gelmeye başlamış. Modern zamanların bu efsanevi kentsel dönüşüm hikayesi, mimarlık ve ekonomi literatürüne, “Bilbao Effect – Bilbao etkisi” terimini hediye etmiş. Terim bir kentin sosyo-ekonomik kaderinin bir bina ile değişmesini ifade eder.   


Hava bulutlu olmasına rağmen üç saat  etrafını dolaştık. Bugün gri gözüken dış yüzeyin mavi gökyüzü altında mavi, güneş batarken kırmızı olduğunu gördük diğer günler. Her noktadan farklı bir görüntü veriyor müze. Binanın sürekli değişen güneş ışınlarını, gökyüzündeki bulutları, nehrin sularını yansıtması, ona hareket ve dinamizm kazandırmış, sanki yaşayan bir varlık izlenimi veriyor. Bina kendini hava ve doğa ile bütünleştirerek, sanki şehrin değişen ruh halini yansıtan bir ikona dönüşmüş.  Değişimin sembolize etmeyi hedefleyen Bilbao yetkilileri, Frank Gehry’nin ustalığı ile bunu çok iyi becermişler.
Hayran hayran bakınırken bir anda etrafımızı müzeyi çevreleyen havuzun kenarından çıkan sis kapladı. Meğerse her saat başı tekrarlanan bu olay Fujiko Nakaya’nın “Fog” adlı eseri imiş.



La Salve köprüsünden karşıya geçerken köprü üstünden, karşı kıyıdan kaç tane fotoğraf çektim acaba? Jeff  Koons’un gerçek çiçeklerle süslenmiş köpek heykeli “Puppy”i fotoğraflayıp içeriye girdiğimizde artık yorulmuştuk.



Kafede oturup dinlendikten sonra müzenin içini gezmeye başladık. Müzenin dışı kadar içi de etkileyiciydi. Dışarıda kıvrımlar ve kavisler ile yaratılmış yumuşaklık, içerde de devam ediyor, özellikle müzenin ortasında yer alan yüksek tavanlı atrium muhteşem.
 İlk katta kalıcı sergiler vardı. Richard Serra’nın çelikten yapılma büyük labirent gibi heykelleri bana pek cazip gelmedi ama Jenny Holzer’in elektronik LED ışıklarla yaptığı “Installation for Bilbao” eseri güzeldi. Balkona çıktığımızda da dışardan bır kısmını görebildiğimiz Jeff  Koons’un rengarenk “Tulips” adlı eseriyle karşılaştık. İkinci katta büyük bir Jeff Koons sergisi vardı. Paslanmaz çelikten ayna yüzeyli balon hayvanlar, çiçekler gibi sıradan nesnelerin reprodüksiyonlarını yapan Amerikalı sanatçının, 2013 yılında New York’da yapılan bir açık arttırmada, portakal renkli “Ballon Dog” eseri 58 milyon dolara satılınca yaşayan en pahalı sanatçı ünvanını almış. Aslında çok enteresan yapıtları var. Çok takdir edeni olduğu kadar eserlerini sevmeyende çok var.



 Üst katta ise benim çok sevmediğim daha çok sokak sanatları, grafiti eserleri olan çok genç yaşta hayatını kaybetmiş Jean-Mitchel Basquit sergisi vardı.
Müzeden çıkınca çok yorgunduk. Akşam başlayacak olan festivale hazırlanmak için önce otele gidip dinlendik.
Festival bizim için sürpriz oldu, hiç haberimiz yoktu. Meğerse Bask bölgesinde, bilhassa Bilbao’da Ağustos’un sonunda dokuz günlük Aste Nagusia veya Grande Semane denilen bir festival olurmuş. 



Nervion nehri kenarına kurulan çadırlarda konserler, gösteriler, yarışmalar yapılıyor, bazı çadırlar sadece yiyecek içecek satıyor. Hafta boyunca her akşam 22.45 de havai fişek gösterileri yapılıyor, sonunda en güzel olana ödül veriliyor. Boğa güreşleri, odun kesme yarışları, dans yarışmaları, Bask kültürüne özel gösteriler  yapılıyor.
Festival (bu sene 22 – 30 Ağustos), Cumartesi günü top atışının ardından festival maskotu Marijaia’nın meydandaki “Teatro Arriaga” tiyatrosunun balkonuna çıkmasıyla başlarmış. Biz otelde top atışını duyduk ama bu kadar büyük bir olay olduğunu bilmediğimizden acele etmedik. 23.30 da şehrin değişik meydanlarında kurulan beş sahnede başlayacak konserleri ve havai fişek gösterisini hedeflediğimizden sekizbuçuk gibi otelden çıktık. Şehir merkezine yaklaştıkça gördüğümüz kalabalığa inanamadık. Çocuklar, yaşlılar, gençler, sanki eline bir bira şişesi alan sokağa dökülmüştü. Etrafımıza şaşkın şaşkın bakarken ani bastıran bir yağmura yakalandık. Saçağın altında beklemekten sıkılıp biraz yürüdük ve ilk gördüğümüz  lokantaya girdik. “La Olla” da, beklentimiz olmamasına rağmen, güzel yemekler yedik. Çıktığımızda yağmur durmuştu, kalabalığa kapılıp önce ayrılıkçı Basklılarla, sonra feministlerle yürüyerek tiyatronun önündeki  meydana geldik. Madrid’den gelen grubun yaptığı havai fişek gösterisini seyrettik. Eskiden boğa güreşleri için kullanılan “ Nueva Square”de kurulan sahnede Jamaikalı Michael  Prophet’ten reggae müziği dinledik. Sonrada yürüyüp Guggenheim Müzesinin yanında kurulan sahnede Los Suaves’ten rock şarkılar dinledik.

23 Ağustos Pazar - Getxo:

Bugün Getxo’ya, Nervion nehrinin okyanusa döküldüğü kasabaya, gidiyoruz. Getxo metroyla yirmi dakika uzaklıkta. Metroya giderken şehride geziyoruz. Otelin yanındaki parkın çıkışında çocuklar için oyun alanları kurulmuş festival kapsamında, parkın içindeki sahnede ise yine bir konser var. Büyük bir İsa heykelinin yer aldığı”Plaza del Corazon de Jesus” meydanından geçip metroya geliyoruz. Şehrin değişimi sırasında metro girişleri Norman Foster tarafından tasarlanmış. Ultra modern kavisli cam tünellere “fosteritos” ismi veriliyor. 


Metro Nervion nehrine parelel gidiyor, metro duraklarında antrepolar ve vinçler gözüküyor.
Getxo, UNESCO kültür mirası listesine girmiş olan “Hanging Bridge” ile ünlü. Hayatımda ilk defa böyle bir taşıma sistemi gördüm. Transporter Bridge olarak da adlandırılan bu sistem İngiltere, Fransa, Almanya ve Arjantinde de varmış.
Dünyanın ilk mekanik köprüsü olan Bizkaia Bridge 1893 yılında açılmış. 1937 yılında İspanya İç savaşı sırasında nehir trafiğine engel olmak için bombalanıyor, 1941 yılında yeniden ulaşıma açılıyor.



Asansörle köprünün üstündeki yaya yürüyüş yoluna çıkınca nehrin kenarında yer alan Portugalate ve Las Arenas semtlerini, nehrin okyanusa açıldığı Biskay körfezini tüm güzelliği ile gördük.


Karşı kıyıda tekrar asansörle aşağı inerek, Portugalate sokaklarında biraz dolaştıktan sonra, ortasına altı araba alabilen gondolun yirmi kadar yolcunun sığabileceği kapalı bölümüne binerek karşıya geçtik. Nehrin her iki yakasında da çok güzel evler var. Bir zamanlar Bilbao sakinlerinin Neo-Bask stili yazlık evlerinin olduğu deniz kenarında yürüdük. Bu günlerde ise Okyanus kenarındaki plajları surf yapanların gözbebeği.
Metroyla dönüşte eski şehirde indik. Festival için nehir kenarına kurulmuş çadırlar daha bu saatten dolmaya başlamıştı. Altından beyaz fistoları çıkan mavi etekleri, boyunlarına bağladıkları mavi eşarpları ve Bilboa tişörtleri ile çoğunluk festivale özel giyinmişlerdi.



Pazar günü dükkanlar ve alışveriş mağazaları kapalı, onun için herkes çoluk çocuk sokakta. Bizde birer tişört alıp kalabalığa karıştık. Bir gece önce yiyemediğimiz midyelerden yemek için “La Mejillonera”ya gittik. Midyeler muhteşemdi, yanında içtiğimiz “Esterella Galicia”nın kırmızı birası ise tüm yorgunluğumuzu aldı.
Otelde dinlendikten sonra bu akşamki havai fişek gösterisini müze tarafından seyretmek istediğimiz için “Txoco” adlı lokantada yemeğimizi yedik. Son biralarımızı elimize alıp Valencia’dan gelen ekibin yaptığı inanılmaz güzel bir havai fişek gösterisi seyrettik. Gösteri sonunda tepede yangın çıktı ama hemen müdahale edildi. Müzenin yanındaki sahnedeki Belediye Orkestrasının konserini izleyip otele döndük.

24 Ağustos Pazartesi – Bilbao:

Tatil bitti, bu gün son günümüz. Ama uçağımız akşam beşte olduğundan bavulları kapatıp yine kendimizi şehrin sokaklarına attık. Şehrin diğer önemli müzesi “Museo de Bellas Artes”e gittik. Genelde Bask ve İspanyol sanatçıların eserlerinin sergilendiği müzeye hava güzel olduğundan girmedik. Plaza Moyua’ya yürüyüp köşedeki San Nicolas kilisesine girdik. Buradaki kiliselerde artık elektrikli mumlar var, normal mum kullanılmıyor. Sekiz caddenin kesiştiği bu meydandan trafiğe kapalı caddeye girince Manola Valdes’in kraliçe heykelleri ile karşılaştık.




Ardından şehrin ünlü alışveriş caddesi Gran Via’da dolaştık. Pastanelerin vitrinlerindeki festival maskotu Marijaia  pastaları çok şirindi.



İçinde farklı sütunların yer aldığı Alhondiga Kültür Merkezi, Avrupa’nın en büyük kapalı yemek pazarlarından Mercado de La Ribera’yı dolaştık. Caddelerdeki heykellere hayran kaldık. Sokak konserleri dinledik. Hatta tiyatronun önündeki sihirbaz gösterisini çocuklarla birlikte seyrettik.
 


Festival sayesinde biz çok renkli yaşadık Bilbao’yu. Ama festival olmasa da keyifle gezilecek, karmaşası, koşturması olmayan, güzel yemekleri, farklı mimarisi, yemyeşil parkları ve heykelimsi Guggenheim Müzesiyle görülmeye değer bir şehir.

Otele dönmeden bir barda son defa Basklılar gibi ayakta pintxo yeyip şarap içtik. Burada içtiğimiz bütün şaraplar Rioja bölgesinden. Bilbao’ya 100km. uzaktaki şarap bölgesi Rioja’yı belki bir sonraki sefer gezeriz. 

11 Ağustos 2015

Glasgow

Yeni bir gezi, yeni anılar...
Ama bilgisayarı bu sefer yanımda götürmediğimden günü gününe yazamadım.
10 – 16 Temmuz tarihleri arasında Glasgow’da idik. 2002 yılında gittiğimizEdinburgh’u çok sevdiğimizden aynı beklentiler içindeydik  ama gitmeden internetten okuduklarımız, hava durumundaki yağmur ve soğuk göstergeleri biraz moralimizi bozsada heyecanla hazırlandık.

10 Temmuz – Cuma:

THY’nın 8.40 Edinburgh uçuşu ile dört saat sonra Edinburgh’a varıp, havaalanından bindiğimiz otobüsle 50 dakika sonra Glasgow’da “Buchanan Bus Station”da indik. “George Square”deki otelimiz “Millenium Hotel” çok yakın olduğundan yürüyerek otelimize geldik. Ama odalar daha hazır olmadığından bavulları bırakıp, yağmur olmamasına rağmen, şemsiyelerimizi alıp şehri keşfetmeye çıktık.



Otelimizin önündeki George Meydanı en büyüğü “City Hall” olan tarihi binalarla çevrelenmiş, içinde de şairler ve bilim adamlarının heykelleri ve günün her saatinde insanların oturup dinlenebileceği bankların olduğu büyük, yeşil bir meydan.


Trafiğe kapalı sokaklarda yürüyüp, “fish&chips” yedikten sonra “Clyde” nehri kenarında yürüyüp, otelimize döndük. Odaya yerleşip, uyumuşuz.
Uzun geceler olduğundan saat sekizde yemek için çıktığımızda hava hala aydınlıktı. Süleyman’ın favori mutfağı Thai olduğundan, sabah gördüğümüz “Chaopraya”ya gittik. Şık ve güzel yemekleri olan bir lokantaymış. Keyifli bir yemekten sonra dışarı çıktığımızda yağmur vardı. Otele yürürken “Eyvah, hava durumu doğrumu çıkacak, bütün hafta yağmurlu mu geçecek” diye düşünüyorduk.

11 Temmuz – Cumartesi:

Konferans başlamadan göller bölgesine gitmek istediğimiz için, dün tur araştırması yapmış ama çok uğraşmamıza rağmen gitmek istediğimiz turlarda yer bulamamıştık. Ama öğrendiğimiz bilgiler ışığında, "Loch Lomond"a gitmek için otelin arkasındaki “Queen’s Train Station”dan trene binip 50 dakika sonra “Balloch”da indik. Hava çok bulutlu olmasına rağmen, yağmur yoktu. Nehrin küçük bir kolunun içeri girdiği bölgede kurulmuş yemyeşil Balloch.


Değişik nehir gezileri var. Biz 12.30 da kalkacak olan “Silver Marlin”e bindik. Yol boyunca kaptan bazen kıyıya yanaşıp, şimdi otel olmuş eski şatoların hikayesini anlattı. Güverte oldukça soğuk ve rüzgarlı olduğundan biraz içeride biraz dışarıda durarak, keşke güneş olsaydı bu muhteşem yeşillik ve mavilik ne güzel yansırdı fotoğraflara diyerek bir saatin sonunda “Luss”a vardık. Dönüş teknesi saat dörtte olduğu için etrafı keşfetmek için yeterli zamanımız vardı.



Önce kıyıda oturup o sessizliği ve dinğinliği içimize sindirdik. Hemen kıyıdaki kilisenin bahçesinde Vikingler'e ait mezar taşını ararken, burada yaşayan insanların çoğunluğunun 90 – 100 yaşına kadar yaşamış olduğu dikkatimizi çekti. Acaba neden?? Sakinlik? Yeşillik? Mavilik??


Ormanın içinde, nehrin küçük kollarının kenarlarında uzun uzun yürüyüp güzel bir yemeği hakettik. Yürüyüş sırasında çok sık gördüğümüz bu çiçeği ismi " Wolf Gloves" imiş.


Kasabanın tek lokantası olan şirin bir Coffehouse’da geleneksel İskoç yemeği Hagis ve muhteşem bir sebze çorbası yedik. Dönüş yolumuzda yağmur bastırdığından güverteye çıkmadan, kaptanın anlattıklarını dinleye dinleye Balloch’a vardık. Sonra tren ve otelimize geldiğimizde yağmur durmuş, güneş bile çıkmıştı.
Akşam tesadüfen karşılaştığımız Ceyda ve Deniz ile “Mussle – Inn”de yemek yedik.


12 Temmuz Pazar:

Bugün 16’da Süleyman’ın konferans açılışı olacağından şehirden uzaklaşmadan etrafı dolaşmak istedik. İlk durak “Glasgow Cathedral”. 


Katedral çok görkemli olmasına rağmen arkasındaki tepede yükselen “Necropolis” çok daha göz alıcı.


 Mezarlık şehrin yüksek bir tepesine kurulmuş olduğundan şehir manzarasını ve katedrali bütünüyle görmek mümkün. Ama şehir çok zevksiz. 


Çirkin yapılaşma ve fabrika bacalarından başka görecek bir şey yok. 17. ve 18. yüzyılda imparatorluğun ikinci büyük ve zengin şehri imiş. Mezarlıkta en çok o dönemlerin zengin tüccarlarının, sanatçıların ve bilim adamlarının büyük mezarları göze çarpıyor. Amerikan iç savaşından önce Virginia’da üretilen tütünün büyük kısmı Glasgow Limanından Avrupa’ya dağılırmış, bu yüzden çok sayıda zengin tütün tüccarı varmış.
Katedral’in karşısındaki, 600’lü yıllarda Glasgow’a gelip burada ölen St. Mungo adına kurulmuş “St. Mungo Religious Life and Art” müzesini gezdik.
Merkeze yürürken konferansın yapılacağı Strathclyde Üniversitesinde Süleyman kaydını yaptırdı.  Sonrada eskiden çiçek pazarı olan, geçirdiği  restorasyondan sonra farklı lokantalara ev sahipliği yapan “Merchant City”de ki “Bar Espagnol”da çok güzel bir İspanyol yemeği yedik. Süleyman açılış konuşmasına gidince ben de dükkanları dolaştım. 



Akşam “Nippon Kitchen”da yemek.

13 Temmuz Pazartesi:

Bugün Süleyman tam gün konferansta olacağı için bende Hop-On Bus’a binip şehri dolaşmaya karar verdim. Otobüsten çekilmiş şehir manzaraları:






Bu gün bardaktan boşanırcasına yağıyor, o yüzden hiç bir durakta inmeyip, “Kelvingrove Museum”a kadar gittim. 


Burası güzel bir müze, sadece çok büyük olduğundan içinde herşey var, biraz karışık. Resim, heykel, dinazorlar, silahlar, şehrin geçmişi ile ilgili bölümler,... Sanat bölümü oldukça güzeldi. Dali’nin “Christ of St. John of the Cross” tablosu özel bir bölümde sergileniyor. Ayrıca “Expressions” isimli enstelasyon çok güzeldi.


 Öğlen saati müzenin içindeki org konseri müzede büyülü bir ortam yarattı. Yemek yedikten sonra yağmur hafiflemişti, ben de tekrar otobüsü yakalayıp “Glasgow Üniversitesi”ne gittim. 550 yıllık Üniversitenin mimarisi görülmeye değerdi, çok beğendim. 




Tekrar otobüse binip şehrin geri kalanını seyrederek otele döndüğümde yağmur tamamen durmuş, güneş bile çıkmıştı.
Süleyman ile otelde buluşunca önce 160 yıllık “Pot Still” isimli bara gidip malt viski denemeleri yapmaya karar verdik. 


Çok şirin eski moda bir bar burası. 450 çeşit viskisi olduğu söyleniyor. Biz Lagavulin ve Arran’ı denedik. Arkasından da birer bira içtik. Yanında kuruyemiş olmadan buzsuz viskileri içince işin doğrusu biraz çarpıldık. Ama çok keyifli idi. Sonrasında “Cafe Gondolfi”de somon ve deniz tarağı yedik. Yummyyyy..

14 Temmuz Salı:

Bugün “Rabbie’s Tour”un “Oban, Glencoe, West Highland Lochs and Castles” turunu aldık. Sabah dokuzda İskoç eteğini giymiş olan rehberimizin eşliğinde çoğunluğu Amerikalı olan minibüsümüze binip yola çıktık. İlk durak, Cumartesi gittiğimiz Loch Lomond.




Ama göl o kadar büyük ki, bizim o gün görmediğimiz bir kıyısında durduk. Sabahın o saatinde, sessizliğin eşliğinde inanılmaz güzeldi manzara. Yemyeşil halı kaplanmış gibi dağlar, masmavi gökyüzünde bembeyaz dekoratif bulutlar ve bu güzel manzaraların yansıdığı göller, şatolar, küçük kasabalar yol boyunca bize eşlik etti. 












Glasgow’un kuzeybatısına doğru yol alarak Atlantik Okyanus’u kıyısındaki Oban’a geldik. Muhteşem bir öğlen yemeği yedik. Romalılar buraya “Caledonia” derlermiş. “ Güzel Ağaçlar Ülkesi” anlamına gelirmiş.








 Glencoe’da ki saklı vadide gördüğümüz yeşilin binbir tonunu sanırım başka bir yerde göremeyiz. 



Ve dönüş..







Bu turu almamış olsak İskoçya’yı gördük diyemezdik. Göller bölgesine 2-3 gün bile gidilebilirmiş.


15 Temmuz Çarşamba:

Süleyman'ın konuşması bugün. Ben de GOMA’ya gittim. 




Başarılı bir müze değildi. Glasgow’a gelipte Charles Rennie Mackintosh’u öğrenmemek imkansız. Dâhi mimar ve sanatçı şehre pek çok eser bırakmış. 1904’te yapılan Willow Tea Rooms bunlardan biri. İçeri girip gezip bir de çay aldım.
Akşamüstü Süleyman ile buluşup “West End”e gittik. Hava çok güzel olduğundan “Ubiquitis Chip” isimli bardan bira alıp trafiğe kapalı sokaktaki masasında oturup keyf yaptık. 






“Two Fat Ladies” isimli lokantamızı ararken Glasgow Üniversitesi yakınlarında olduğumuzu anlayınca Süleyman'ın kampusu görmesini istedim. Biraz dolaştıktan sonra keyifli bir yemek yiyip otele döndük. Bavul yapmak gerek. Yarın uzun birgün olacak, önce otobüsle Edinburgh, sonra İstanbul, sonra Adana ve Böke....