Yeni bir gezi, yeni anılar...
Ama bilgisayarı bu sefer yanımda götürmediğimden
günü gününe yazamadım.
10 – 16 Temmuz tarihleri arasında Glasgow’da idik.
2002 yılında gittiğimizEdinburgh’u çok sevdiğimizden aynı beklentiler
içindeydik ama gitmeden internetten
okuduklarımız, hava durumundaki yağmur ve soğuk göstergeleri biraz moralimizi
bozsada heyecanla hazırlandık.
10
Temmuz – Cuma:
THY’nın 8.40 Edinburgh uçuşu ile dört saat sonra Edinburgh’a
varıp, havaalanından bindiğimiz otobüsle 50 dakika sonra Glasgow’da “Buchanan
Bus Station”da indik. “George Square”deki otelimiz “Millenium Hotel” çok yakın
olduğundan yürüyerek otelimize geldik. Ama odalar daha hazır olmadığından
bavulları bırakıp, yağmur olmamasına rağmen, şemsiyelerimizi alıp şehri
keşfetmeye çıktık.
Otelimizin önündeki George Meydanı en büyüğü “City
Hall” olan tarihi binalarla çevrelenmiş, içinde de şairler ve bilim adamlarının
heykelleri ve günün her saatinde insanların oturup dinlenebileceği bankların
olduğu büyük, yeşil bir meydan.
Trafiğe kapalı sokaklarda yürüyüp, “fish&chips”
yedikten sonra “Clyde” nehri kenarında yürüyüp, otelimize döndük. Odaya
yerleşip, uyumuşuz.
Uzun geceler olduğundan saat sekizde yemek için
çıktığımızda hava hala aydınlıktı. Süleyman’ın favori mutfağı Thai olduğundan,
sabah gördüğümüz “Chaopraya”ya gittik. Şık ve güzel yemekleri olan bir
lokantaymış. Keyifli bir yemekten sonra dışarı çıktığımızda yağmur vardı. Otele
yürürken “Eyvah, hava durumu doğrumu çıkacak, bütün hafta yağmurlu mu geçecek”
diye düşünüyorduk.
11
Temmuz – Cumartesi:
Konferans başlamadan göller bölgesine gitmek
istediğimiz için, dün tur araştırması yapmış ama çok uğraşmamıza rağmen gitmek
istediğimiz turlarda yer bulamamıştık. Ama öğrendiğimiz bilgiler ışığında, "Loch Lomond"a gitmek için otelin arkasındaki “Queen’s Train Station”dan trene binip 50 dakika sonra
“Balloch”da indik. Hava çok bulutlu olmasına rağmen, yağmur yoktu. Nehrin küçük
bir kolunun içeri girdiği bölgede kurulmuş yemyeşil Balloch.
Değişik nehir gezileri var. Biz 12.30 da kalkacak
olan “Silver Marlin”e bindik. Yol boyunca kaptan bazen kıyıya yanaşıp, şimdi
otel olmuş eski şatoların hikayesini anlattı. Güverte oldukça soğuk ve rüzgarlı
olduğundan biraz içeride biraz dışarıda durarak, keşke güneş olsaydı bu
muhteşem yeşillik ve mavilik ne güzel yansırdı fotoğraflara diyerek bir saatin
sonunda “Luss”a vardık. Dönüş teknesi saat dörtte olduğu için etrafı keşfetmek
için yeterli zamanımız vardı.
Önce kıyıda oturup o sessizliği ve dinğinliği
içimize sindirdik. Hemen kıyıdaki kilisenin bahçesinde Vikingler'e ait mezar
taşını ararken, burada yaşayan insanların çoğunluğunun 90 – 100 yaşına kadar
yaşamış olduğu dikkatimizi çekti. Acaba neden?? Sakinlik? Yeşillik? Mavilik??
Ormanın içinde, nehrin küçük kollarının kenarlarında
uzun uzun yürüyüp güzel bir yemeği hakettik. Yürüyüş sırasında çok sık gördüğümüz bu çiçeği ismi " Wolf Gloves" imiş.
Kasabanın tek lokantası olan şirin
bir Coffehouse’da geleneksel İskoç yemeği Hagis ve muhteşem bir sebze çorbası
yedik. Dönüş yolumuzda yağmur bastırdığından güverteye çıkmadan, kaptanın
anlattıklarını dinleye dinleye Balloch’a vardık. Sonra tren ve otelimize
geldiğimizde yağmur durmuş, güneş bile çıkmıştı.
Akşam tesadüfen karşılaştığımız Ceyda ve Deniz ile
“Mussle – Inn”de yemek yedik.
Ama göl o kadar büyük ki, bizim o gün görmediğimiz bir kıyısında durduk. Sabahın o saatinde, sessizliğin eşliğinde inanılmaz güzeldi manzara. Yemyeşil halı kaplanmış gibi dağlar, masmavi gökyüzünde bembeyaz dekoratif bulutlar ve bu güzel manzaraların yansıdığı göller, şatolar, küçük kasabalar yol boyunca bize eşlik etti.
Glasgow’un kuzeybatısına doğru yol alarak Atlantik Okyanus’u kıyısındaki Oban’a geldik. Muhteşem bir öğlen yemeği yedik. Romalılar buraya “Caledonia” derlermiş. “ Güzel Ağaçlar Ülkesi” anlamına gelirmiş.
Glencoe’da ki saklı vadide gördüğümüz yeşilin binbir tonunu sanırım başka bir yerde göremeyiz.
Ve dönüş..
Bu turu almamış olsak İskoçya’yı gördük diyemezdik. Göller bölgesine 2-3 gün bile gidilebilirmiş.
15 Temmuz Çarşamba:
12
Temmuz Pazar:
Bugün 16’da Süleyman’ın konferans açılışı
olacağından şehirden uzaklaşmadan etrafı dolaşmak istedik. İlk durak “Glasgow
Cathedral”.
Katedral çok görkemli olmasına rağmen arkasındaki tepede yükselen
“Necropolis” çok daha göz alıcı.
Mezarlık şehrin yüksek bir tepesine kurulmuş
olduğundan şehir manzarasını ve katedrali bütünüyle görmek mümkün. Ama şehir
çok zevksiz.
Çirkin yapılaşma ve fabrika bacalarından başka görecek bir şey
yok. 17. ve 18. yüzyılda imparatorluğun ikinci büyük ve zengin şehri imiş.
Mezarlıkta en çok o dönemlerin zengin tüccarlarının, sanatçıların ve bilim
adamlarının büyük mezarları göze çarpıyor. Amerikan iç savaşından önce
Virginia’da üretilen tütünün büyük kısmı Glasgow Limanından Avrupa’ya
dağılırmış, bu yüzden çok sayıda zengin tütün tüccarı varmış.
Katedral’in karşısındaki, 600’lü yıllarda Glasgow’a
gelip burada ölen St. Mungo adına kurulmuş “St. Mungo Religious Life and Art”
müzesini gezdik.
Merkeze yürürken konferansın yapılacağı Strathclyde
Üniversitesinde Süleyman kaydını yaptırdı.
Sonrada eskiden çiçek pazarı olan, geçirdiği restorasyondan sonra farklı lokantalara ev
sahipliği yapan “Merchant City”de ki “Bar Espagnol”da çok güzel bir İspanyol
yemeği yedik. Süleyman açılış konuşmasına gidince ben de dükkanları dolaştım.
Akşam “Nippon Kitchen”da yemek.
13
Temmuz Pazartesi:
Bugün Süleyman tam gün konferansta olacağı için
bende Hop-On Bus’a binip şehri dolaşmaya karar verdim. Otobüsten çekilmiş şehir manzaraları:
Bu gün bardaktan
boşanırcasına yağıyor, o yüzden hiç bir durakta inmeyip, “Kelvingrove Museum”a
kadar gittim.
Burası güzel bir müze, sadece çok büyük olduğundan içinde herşey
var, biraz karışık. Resim, heykel, dinazorlar, silahlar, şehrin geçmişi ile
ilgili bölümler,... Sanat bölümü oldukça güzeldi. Dali’nin “Christ of St. John
of the Cross” tablosu özel bir bölümde sergileniyor. Ayrıca “Expressions”
isimli enstelasyon çok güzeldi.
Öğlen saati müzenin içindeki org konseri müzede
büyülü bir ortam yarattı. Yemek yedikten sonra yağmur hafiflemişti, ben de
tekrar otobüsü yakalayıp “Glasgow Üniversitesi”ne gittim. 550 yıllık Üniversitenin
mimarisi görülmeye değerdi, çok beğendim.
Tekrar otobüse binip şehrin geri
kalanını seyrederek otele döndüğümde yağmur tamamen durmuş, güneş bile
çıkmıştı.
Süleyman ile otelde buluşunca önce 160 yıllık “Pot
Still” isimli bara gidip malt viski denemeleri yapmaya karar verdik.
Çok şirin
eski moda bir bar burası. 450 çeşit viskisi olduğu söyleniyor. Biz Lagavulin ve
Arran’ı denedik. Arkasından da birer bira içtik. Yanında kuruyemiş olmadan
buzsuz viskileri içince işin doğrusu biraz çarpıldık. Ama çok keyifli idi.
Sonrasında “Cafe Gondolfi”de somon ve deniz tarağı yedik. Yummyyyy..
14
Temmuz Salı:
Bugün “Rabbie’s Tour”un “Oban, Glencoe, West
Highland Lochs and Castles” turunu aldık. Sabah dokuzda İskoç eteğini giymiş
olan rehberimizin eşliğinde çoğunluğu Amerikalı olan minibüsümüze binip yola
çıktık. İlk durak, Cumartesi gittiğimiz Loch Lomond.
Ama göl o kadar büyük ki, bizim o gün görmediğimiz bir kıyısında durduk. Sabahın o saatinde, sessizliğin eşliğinde inanılmaz güzeldi manzara. Yemyeşil halı kaplanmış gibi dağlar, masmavi gökyüzünde bembeyaz dekoratif bulutlar ve bu güzel manzaraların yansıdığı göller, şatolar, küçük kasabalar yol boyunca bize eşlik etti.
Glasgow’un kuzeybatısına doğru yol alarak Atlantik Okyanus’u kıyısındaki Oban’a geldik. Muhteşem bir öğlen yemeği yedik. Romalılar buraya “Caledonia” derlermiş. “ Güzel Ağaçlar Ülkesi” anlamına gelirmiş.
Glencoe’da ki saklı vadide gördüğümüz yeşilin binbir tonunu sanırım başka bir yerde göremeyiz.
Ve dönüş..
Bu turu almamış olsak İskoçya’yı gördük diyemezdik. Göller bölgesine 2-3 gün bile gidilebilirmiş.
15 Temmuz Çarşamba:
Süleyman'ın konuşması bugün. Ben de GOMA’ya gittim.
Başarılı bir müze değildi. Glasgow’a gelipte Charles Rennie Mackintosh’u öğrenmemek imkansız. Dâhi mimar ve sanatçı şehre pek çok eser bırakmış. 1904’te yapılan Willow Tea Rooms bunlardan biri. İçeri girip gezip bir de çay aldım.
Başarılı bir müze değildi. Glasgow’a gelipte Charles Rennie Mackintosh’u öğrenmemek imkansız. Dâhi mimar ve sanatçı şehre pek çok eser bırakmış. 1904’te yapılan Willow Tea Rooms bunlardan biri. İçeri girip gezip bir de çay aldım.
Akşamüstü Süleyman ile buluşup “West End”e gittik.
Hava çok güzel olduğundan “Ubiquitis Chip” isimli bardan bira alıp trafiğe
kapalı sokaktaki masasında oturup keyf yaptık.
“Two Fat Ladies” isimli lokantamızı ararken Glasgow Üniversitesi yakınlarında olduğumuzu anlayınca Süleyman'ın kampusu görmesini istedim. Biraz dolaştıktan sonra keyifli bir yemek yiyip otele döndük. Bavul yapmak gerek. Yarın uzun birgün olacak, önce otobüsle Edinburgh, sonra İstanbul, sonra Adana ve Böke....
“Two Fat Ladies” isimli lokantamızı ararken Glasgow Üniversitesi yakınlarında olduğumuzu anlayınca Süleyman'ın kampusu görmesini istedim. Biraz dolaştıktan sonra keyifli bir yemek yiyip otele döndük. Bavul yapmak gerek. Yarın uzun birgün olacak, önce otobüsle Edinburgh, sonra İstanbul, sonra Adana ve Böke....
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder