22 Kasım 2014

8.11.2014

“Grand Canyon”da ikinci sabah. Süleyman güneş doğuşuna kalkmak istemedi ama ben kaçırmak istemedim, hatta fazla fotoğraf çekmeyip izlemeye karar vererek giyinip çıktım. Otel binalarının çatısındaki dolunay muzipçe günaydın diyordu.


Güneş nazlı nazlı yükselmeye başlayınca tüm dikkat o tarafa çevrildi. Ortam bir anda o kadar mistik oldu ki, neden yükseltilere çoğu Hindu dinine ait tapınak isimlerinin verildiğini daha iyi anlayabildim. 


Kanyon boyunca uzun uzun yürüdüm sonra Süleyman’ı uyandırıp kahvaltıya gittik. Bugün dönüş günü ama daha görmek istediğimiz araba girişi yasak olan birkaç nokta olduğundan bavulları arabaya yükleyip merkezdeki otoparka parkedip, turuncu otobüse bindik.
Biraz yol almıştık ki trafik durdu, bir de baktık ki sağ tarafta parkın simgesi olan dört iri geyik(elk) var. Onları görmek çok hoş oldu. İlk durak “Yavapai point”, sonra “Mather point”. Gidiyoruz diye manzarayı içimize sindirmeye çalışıyoruz. Hava soğuk ama masmavi bir gökyüzü var, belki de bu yüzden bu gün her şey daha da güzel geliyor gözümüze.


Üçüncü durakta girdiğimiz Jeoloji Müzesi kanyonun nasıl oluştuğunu o kadar güzel anlatıyor ki, zaman sorunumuz olmasa 1-2 saat daha kalabilirdik. Son durak “South Kaibab Trailhead”. Buraya geldiğimizde sırtında kocaman sırt çantaları ile kanyonun dibine gitmek için yürüyüşe başlayan gençlerle karşılaştık. Kanyonun yüksekliği iki kilometre olmasına rağmen aşağıya iniş genelde 4-5 saat sürüyormuş. Kolorado Nehri kenarında kamp yapılabiliyor, park yönetiminden izin almak şartıyla. Aslında ilk gün öğrenip de, keşke daha önce bilseymişiz dediğimiz ve giden herkese tavsiye edeceğimiz ilk şey aşağıda nehrin kenarında bizim otelin bir parçası olan “Phantom Ranch”de de bir gece kalmak olur. Eğer yürüyüş yapmak istemiyorsan katırlarla öğlenden sonra indiriyorlar, güneş batışını seyrediyorsun, gece orda yemek yiyip uyuyup sabah güneş doğuşunu seyrettikten sonra, kahvaltını yapıp tekrar katırlarla geri dönüyorsun. Eminim muhteşem bir tecrübe olur, hele bizim gibi dolunayı yakalarsan. Fakat çok az oda olduğundan rezervasyonlar çok çabuk doluyormuş.


Saat artık biri geçiyordu. Önümüzde beş saatlik bir yol var. Arabayı LasVegas’ta teslim edip, sekizdeki San Fransisco uçağımızı yakalayabilmek için yola çıktık. Beklediğimizden daha erken “Hoover Dam”e varınca hemen park yerine girip giderken çıkamadığımız köprüye çıkıp birkaç fotoğraf çekip yola devam ettik.

Herşey yolunda gitti ve saat onbuçukta San Francisco’daki “Wyndham Parc55” otelindeki odamıza girince yorgunluktan uyuyakaldık.

20 Kasım 2014

7.11.2014

Güneş doğuşunu yakalayabilmek için altıda uyandık, odada birer kahve içip, çıktık. Doğudan doğacak güneşi beklerken batıda şeffaf beyaz bir dolunay tüm görkemi ile rol çalıyordu. Güneş yükseldikçe ortam iyice büyülü bir hale geliyordu. Kanyonun ortasında Shiva Temple, Osiris Temple, Keops,..diye adlandırılmış yükseltilerin önce tepeleri aydınlandı. Sonra sanki kırmızı altın bir lava yavaşça tepeden aşağıya yayıldı. Kalabalık bir grup güneşin doğuşunu beklemesine rağmen ortama mistik, büyülü ve ilahi bir hava hâkimdi ki kimse konuşmuyordu. Sadece fotoğraf makinelerinin sesi vardı, çünkü görünüm her saniye değişiyordu. Yinede sonradan fotoğraflara bakınca seyrederken yaşadıklarımı, gördüklerimi tam olarak yansıtmadığını fark ettim. İkinci sabah güneş doğuşuna çıkınca fotoğraf çekmektense seyretmeyi tercih ettim. Aslında Grand Canyon için söylenecek tek şey “anlatılmaz yaşanır”. Gördüklerimi anlatmaya benim kabiliyetim yetmez.





Güneş yükseldikçe altın renk değişiyor, uçuk pembe, yeşil tonlar ortaya çıkıyor önce sanki kanyonun üzerine ince bir örtü örtülüyor, ama yarım saat içinde tüm manzara netleşiyor. Bu sırada sol tarafta dolunay hala bize göz kırpıyordu.



Unesco Dünya Mirası Listesinde yer alan Kolorado nehri üzerindeki Kanyon 500km. uzunluğunda, 2 km. genişliğinde, yüksekliği ise ortalama 1600 metre. Kanyonun kuzey yamacında otel yok ama yaz mevsiminde yürüyüş turları için izin veriliyor. Bu mevsimde Kuzey yamaç kapalı. Güney yamacın ise ancak 60 kilometrelik bölümü gezilebiliyor. Park yönetimi burayı üç ayrı rotaya ayırmış; Mavi Rota (Villge Route), Kırmızı rota (Hermits Rest Route) ve Turuncu Rota (Kaibab/Rim Route). Her rotada genelde 8 – 10 gözlem noktası var. Buralara isterseniz arabanızla gidebiliyorsunuz isterseniz de Parkın içinde bu rotalar arasında işleyen otobüslere binebiliyorsunuz. Bu otobüsler ücretsiz ve her 15 dakikada bir her noktadan geçiyor. Bazı bölgelere özel arabaların girmesi yasak olduğundan aracınızı park edip otobüse binebiliyorsunuz.
Kahvaltıdan sonra otelimizin bulunduğu Mavi Rotadan başlamak istedik. Burası aynı zamanda oteller bölgesi, bizimkinden başka üç otel daha var. Bir saat kadar yürüyüp bol bol fotoğraf çektikten sonra arabamıza binip Turuncu Rotaya gittik. Mavi Rota tam ortada, Kanyona baktığımızda sağ tarafı Turuncu, sol tarafı ise Kırmızı Rota. İlk durağımız “Duck on a Rock”.



Değişik noktalarda durarak son nokta olan “Desert View”e geldik. Burada Kızılderililer tarafından yapılmış gözlem kulesi, içindeki süslemeleri ile görülmesi gereken bir yer. Rotanın sonundaki düşüncemiz ise her noktadan görünümün farklı olduğu idi. Renkler, ortaya çıkan şekiller nasıl bu kadar farklı olabilir?


Daha sonra otelimize dönüp arabamızı parkedip, sadece otobüslerin girebildiği Kırmızı Rota’ya gittik. Sabah bizden gizlenen Kolorado Nehrini her noktada gördük bu tarafta. 


Her noktayı gezdikten sonra güneşin en güzel battığını söyledikleri “Mohave Point” de güneşin batmasını bekledik. Saatler 5.24 e yaklaşırken önce kanyonun alt tarafı karardı. Kararma yukarıya doğru ilerlerken sanki kanyonun üzerine ince bir örtü serildi. Güneş tamamen batınca her şey daha da netleşti.



Son otobüse binip otelimize döndüğümüzde dolunay yine tepemizde muhteşem duruyordu.


19 Kasım 2014

6.11.2014

Kahvaltıdan sonra kiraladığımız arabayı alıp “Grand Canyon”a gitmek için yola çıktık. Bir saat sonra ilk durak “Hoover Dam”. Nevada ve Arizona eyaletleri sınırında 1935 yılında Kolorado Nehri üzerinde kurulmuş bir baraj. 2010 yılında yapılmış barajın üstünden geçen “Memorial Bridge”e çıkmak istedik ama zaman kaybetmemek için vazgeçtik. Ama içimizde kalmıştı, Cumartesi günü dönüşte yarım saatliğine durduk, tam güneş batıyordu ve aşağıdaki muhteşem görüntüyü yakaladık.



Arizona’nın çorak arazilerinden geçip “Williams” kasabasına geldik. Tam filmlerdeki gibi küçük sessiz bir kasaba. Yemek yediğimiz “Dinner 66” de, sanki 1960lardan kalma aynı Amerikan filmlerindeki gibi, tek farkı garsonumuz erkekti.


45 dakika sonra Grand Canyon National Park’ın kapısından girdik. Otelimiz “Bright Angel Lodge”, Park’ın içinde Kanyonun güney kenarı (South Rim) üzerinde 1935 yılında kurulmuş. Saatlerin bir saat ileri alınacağını bilmediğimizden güneş batışını maalesef kaçırdık ama karşımızda yükselmeye çalışan muhteşem bir dolunay duruyordu.



Akşam yemek yiyip uyumaktan başka yapacak bir şey olmadığından erken uyuduk. 

10 Kasım 2014

5.11.2014

LasVegas’ta ikinci gün. Meşhur bulvarın gezmediğimiz üst kısmını gezelim dedik. Aslında hava çok sıcak ama mayolarımız yanımızda olmadığından havuza giremiyoruz. İlk durak Paris, önünde kocaman Eyfel Kulesi, Montgolfier kardeşlerin yaptığı balon ve meşhur Paris Opera binası şeklinde yapılmış otel. İçerisi ise Paris sokaklarını andırıyor, küçük kafeler, pastaneler ve şık lokantalar ve tabii ki kocaman kumarhane….



“Ceaser’s Palace” eski Roma temalı bir otel. “Belaggio” sanırım en beğendiğim otel oldu. Otelin önündeki havuzda her saat başı müzikli su şovu yapılıyor. Venetian,  Monte Carlo, Crystall ve tabii ki burada ilk kurulan otel olan Flamingo,…



İlk girdiğimiz kumarhanede 30 dolar kazanınca, her girdiğimizde oynadık ama bir daha kazanamadık. Otellere girip çıkarak saatler geçti.
Kumarın dışında burada genelde her otelde bir gösteri veya konser oluyor. En çok “Cirque de Soleil” gösterileri var. Biz ise akşam MGM oteldeki “David Coperfield” şova gittik. Televizyonda seyrettiğimizde de severdik ama burada iki saat boyunca gözümüzün önünde o kadar inanılmaz sihirbazlıklar yaptı ki bir türlü sırrını çözemedik.

Şov sonrası bulvara çıktığımızda bu ışıklı dünyanın tepesinde kocaman bir dolunay vardı, inanılmaz bir görüntü idi.

4.11.2014

4 Kasım sabahı New York’tan Las Vegas’a uçtuk. Uçak altı saat sürdü, biraz uzun geldi..
Otelimiz “New York – New York”. Gitmeyi planlayıp gidemediğimiz Özgürlük Heykeli otelimizin önünde tüm heybeti ile yerini almış. Bir gün evvel New York sokaklarında gördüğümüz NY ile özdeşleşmiş bazı binaların kopyalarından oluşmuş otel binaları. Otele girer girmez kumar makineleri karşılıyor bizi, aynı havaalanında olduğu gibi.



Odamıza çıktığımızda penceremizin önünden geçen otele ait “roller coaster”dan gelen çığlıklar çok hoşumuza gitti. Pencereden aşağı baktığımda kumar oynamaktan sıkılanların havuza girip güneşlendiğini gördüm.
Biraz dinlenip akşamın ilk ışıkları yanmaya başlayınca meşhur “Las Vegas Strip ” de dolaşmaya çıktık. 7 kilometre uzunluğundaki Las Vegas bulvarında farklı mimarileri ile yer alan otel ve kumarhaneler bölgesi. Amerika’nın en çok turist çeken bölgesinde 65000 yatak kapasitesi olduğu söyleniyor.
Her otel dışarıdan o kadar görkemli ve ilgi çekici ki hepsine girmek istedik. Hemen otelin arkasında Pamuk Prensesin şatosu gibi, kırmızı ve mavi kuleleri olan beyaz bir şato görünümündeki “Excalibur”a girdik. İçeriye girince her otel birbirine benziyor gibi. Tabii ki dekorasyonları farklı ama hepsindeki uçsuz bucaksız kumar salonu aynı makinelerle dolu olduğundan ve her birinden ayrı ses ve ışıklar geldiğinden salonun dekorasyonu fark edilmiyor bile. Yine biz kumar oynamadığımız için daha çok dikkat ettik, kumar için orada olanlar sanırım ne otelin içine ne de dışına dikkat ediyordur. Hemen bir makineye 5 dolar koyup deneyelim şansımızı dedik ama oyunu anlayana kadar para gitti.



Birbirlerine tren geçişi olan Excalibur – Luxor – Mandalay arasında kalmaya karar verip, Mısır piramidi şeklinde yapılmış olan Luxor’a geçtik. Dışarıdan siyah cam bir piramit şeklinde olan otelin girişinde kocaman bir sfenks ve koruyucusu olan iki Anibus (çakal başlı tanrıları) karşıladı bizi. Otelin iç tasarımıda dışı kadar etkileyici idi. Mandalay ise çok mütevazı kaldı bunların yanında, ama yemeğimizi açık büfesinde yedik.
İlk günün sonunda izlenimlerim şöyle; 27 yıl önce geldiğimiz Las Vegas çok büyümüş. O kadar çok otel yapılmış ve hepsinin o kadar çok odası var ki acaba doluluk oranı nedir diye merak ettik.
Çok zenginleşmiş; bildiğimiz bütün lüks markaların mağazaları var. Eskiden sadece hediyelik eşya mağazaları vardı. 
Her otelde hızlıca yemek yenebilen yerler olduğu gibi 3-4 tanede şık lokanta var.
Sokaklarda karşıdan karşıya geçmek ancak üst geçitlerle mümkün. Bunlara çıkmak için hem yürüyen merdiven hem de asansörler var.

Tam bir ışıklı hayal dünyası, arkasında acıklı hikâyeler yaşanıyordur muhakkak ama dış görünüşü rengârenk, gözalıcı, görkemli, muhteşem…

5 Kasım 2014

1 - 3.11.2014


Üç gün NewYork rüzgâr gibi geçti. Washington’dan NewYork’a trenle geçtik. Çok keyifli bir yolculuk oldu. Yol boyunca ağaçların renkleri o kadar güzeldi ki kitap bile okumadım sadece etrafı seyrettim. Penn Station’da inince hemen metro bağlantısıyla Times Square’e geldik.  Dışarı çıktığımızda biraz moralimiz bozuldu, çünkü yağmur yağıyordu. Ama şehrin enerjisi o kadar yüksek ki kalabalık, yağmur ve kaldırım çalışmaları bile neşemizi bozmadı. Hemen otele gittik. “Hotel Mela”nın yeri muhteşem, Times Square’in bir sokak arkası. Odamız hazır olmayınca bavulları bırakıp çıktık. İnce ince yağan yağmurun altında dolaştık, binaları, rengârenk ilanları, Halloween’den kalan süslemeleri ( bir gece evvel “Halloween Parade” varmış, bilsek dün gelirdik dedik), yılbaşı için başlamış ışıklandırmaları seyrederek uzun uzun yürüdük.
Pazar günü için “Harlem Gospel “ tur ayarlamıştık. Uyandığımızda, kardeşimin mesajı ile o gün NY maratonu olduğunu öğrendik ve planlarımızı değiştirmeye karar verdik. Güneşli ama çok soğuk bir Harlem sabahında saat dokuzda rehberimizle buluşup “Canaan Baptist Church”deki ayine gittik. Washington’da gittiğimizden ne kadar farklıymış. İyi ki ikisine de gittik de aradaki farkı gördük. Zaten kiliseye gelen turistlerin dışında, tüm kilise üyeleri siyah Amerikalılardı. Tüm ayin bir müzikal havasındaydı. Org, piyano, gitar ve bateriden oluşan bir orkestra eşliğinde ilahiler söylendi, danslar edildi, ama tüm bu müzikaliteye rağmen daha çok Allah ve İsa kelimeleri vardı, diğer ayinle kıyaslayınca. Ayin sonrası rehberimiz bize Harlem’i gezdirdi. Bu sırada maraton koşucuları da Harlem’den geçiyordu. Tur sonunda maratonun bitim noktası olan Central Park’a geldik. Gördüğümüz kalabalık inanılmazdı. Televizyondan öğrendiğim kadarıyla 50bin kişi koşu için gelmiş, bir milyon kişi seyretmek için gelmiş ve 30 milyon dolar bağış toplanmış.  Kalabalığı engellemek için parkın bazı girişlerini kapatmışlardı. Zorla bir yol bulup parka girdiğimizde halk koşusu hala devam etmekteydi, ama koşanlar çok yorgun gözüküyorlardı, kalan 100 – 200 metreyi bitiremeyebilir diye düşündüklerimiz oldu. Bitirmiş olanlarda kendilerine verilmiş olan mavi kapüşonlu rüzgârlıklara sarılarak kendilerini soğuktan korumaya çalışıyorlardı. Değişik köşelerde kurulmuş olan sahnelerde yer alan müzik grupları şarkılarıyla koşuculara destek oluyordu. Bilmeden de olsa dünyanın sayılı organizasyonlarından birini seyretmek bizim için inanılmaz güzel bir tecrübe oldu.
Son gün NY’a gidipte, benim için yapılması şart olan şeyi yapıp, bir arkadaşlarımızla buluşup MoMa’ya (Museum of Modern Art) gittik. Ama maraton kalabalığı olduğu gibi buraya dolmuş gibiydi. Çok güzel hazırlanmış bir “Henri Matisse – Cut Outs” sergisi vardı, ama o kadar uzun kuyruklar bekledik ki ve her resmin önünde o kadar çok insan vardı ki biraz bunaldım. Diğer katlar biraz daha sakindi. Yine de bir kez daha MoMa’yı gezmek keyifliydi. Öğlen beraber yemek yiyip arkadaşlarımızla ayrıldık. Chelsea ve Gramercy taraflarını gezdik.
Kısa ama tadı damağımızda kalan farklı bir NewYork gezisi oldu.