18 Şubat 2015

18.02.2015 Perşembe


İstanbul'a döneli iki hafta oluyor. 35 dereceden eksi 5 derecelere düştük. İstanbul bembeyaz. Sıcacık evimizde karın yağışını seyretmek, işe gitme derdi olmadan çıkıp yürümek çok keyifli oldu. Uzarsa şikayet edermiyim bilmiyorum? Şimdilik çok keyifli.


13 Şubat 2015

Hoşbulduk Istanbul

Bugün tam bir hafta oldu Avustralya’dan döneli. 9 Şubat doğum günüm olduğundan bu hafta dolu dolu geçti. Önce Pazar günü Begüm evinde parti verdi.



Pazartesi bizim kızlarla Fenerbahçe Midpoint’te öğlen yemek yedik.




Çarşamba Mehmet ve Gül ile Eftelya Balık Lokantasına gittik. Perşembe öğlende annemle yine Midpoint’e gittik. Bu yemeklerin dışında bol bol telefonla konuştum. Salı, Çarşamba zaten karlı ve soğuktu ama diğer günlerde hep gri bir gökyüzüne uyandık. Brisbane’de iken, sıcaktan bunaldığımda  “yaz mı daha iyi kış mı” mukayesesi yapmaya çalışıyordum hep, böylece 35 dereceden 5 dereceye gelince canlı canlı yaşadım. Ama yine de karar veremedim işin doğrusu. Sabah güneşle uyanmak çok güzel bir enerji veriyor insana, günü uzun yaşamak, akşamüstü açık havada spor yapabilmek çok güzel. Ama öğlen dışarı çıktığında ter içinde kalmak, terleyince saçının makyajının bozulması, güneşten kaçmak için girdiğin mağazada klimadan üşümek veya evde hep klima ile yaşamak hoş değil. Kış’a gelince, hep üşüyorsun, kat kat giyiniyorsun, sokakta yürürken çizmen çamur oluyor, başına şapka taktığın için saçın bozuluyor. Kar yağınca romantik oluyorsun hoşuna gidiyor ama sonrasında onun pisliği günlerce temizlenmiyor, işe gidenler yolda kalıyor, balkondaki çiçeklerin donuyor. En iyisi hep ilkbahar olan yerde mi yaşamak? Ama o da çok monoton olmaz mı??

Sonunda değişiklik ve dört mevsimi yaşayabilmenin hayatımıza heyecan kattığına, sıcağı ile soğuğu ile mevsimlerin kendine has özellikleri olduğuna ama tatminsiz insanoğlunun şikâyet etmeyi sevdiğine karar verdim. En iyisi yaşadığın anın tadını çıkarmayı öğrenmek. Gri günler olacak ki güneşin değerini anlayalım, üşüyeceğiz ki sıcak güzelmiş diyelim. Hayat bu işte..

Brisbane

Brisbane denince;

Kahverengi olmasına karşın şehre güzellik katan nehir
- Nehir kenarındaki yürüme yolları
- Ağaçları
- Kuşları
- Parklardaki barbekü köşeleri
- Tayland, Çin, Japon lokantalarının çokluğu
- Okyanusun azgın dalgaları
- Plajlardaki ölmüş mavi Denizanaları

aklıma geliyor.





Ben çok sevdim Brisbane’yi. Keyifli günler geçirdik. Yaşaması, ulaşımı çok rahat bir şehir. Çok temiz, çok yeşil. Kendimi hep bir botanik bahçesinin içinde hissettim. Uçmaktansa insanların arasında dolaşmayı tercih eden İbis’leri( Akaynak Kuşları), martıları, uçabilen hindileri ve tavukları ve yaygaracı yeşil papağanları olan şehir. Köprüleri, bilhassa yayalar için yapılmış farklı tasarımı olan köprüleri. Nehir boyunca yaptığımız yürüyüşlerde şehrin şık görünüşü... Hiç unutmayacağım.




Avustralyalı.....


Avustralyalı diyince,

-       Parmak arası terlikli
-       Dövmeli
-       Rahat
-       Güler yüzlü
-       Çevre dostu
-       Açık havada olmaktan mutlu
-       Barbekü yapmayı seven

İnsanlar geliyor benim aklıma.

Gerçi Avustralyalı kimdir sorusunun cevabı biraz zor. Adanın yerlileri olan Aborijinlerin nüfusunun, Avrupalıların kıtaya yerleşmeye başladığı sıralarda 350.000 civarı olduğu tahmin edilmektedir. Bu tarihten itibaren geçen 150 yılda sayıları hızlı bir şekilde azalmış. 1960'larda hükümetin Aborijinlerin toprak haklarını tanımaya başlamasıyla birlikte bu rakam yükselmiş ama yine de nüfusun ancak yüzde üçü kadar. Daha çok adanın iç kısımlarında yaşayan Aborijinleri büyük şehirlerde ancak turistik bölgelerde Didgeridoo adlı üflemeli çalgıları ile geleneksel müziklerini çalarken görmek mümkün.



1770’de James Cook adayı Britanya toprağı olarak ilan ettikten sonra, kolonilerin kurulması için İngiliz mahkûmlar hızla adaya gönderilmiş. Yani bugün sokakta gördüğümüz sarışın mavi gözlü gerçek Avustralyalı diye tanımlananlar eski mahkûmların soyundan gelmektedir.

II. Dünya Savaşı sonrası, Avustralya, Avrupa'dan gelen tüm göçleri desteklemiş. 1970'lerde, sadece Avrupalıların göç etmesine izin veren yasanın iptali ile de, bilhassa Asya’dan çok göçmen almış. Buna rağmen nüfus bakımından yine de baskın olan İngiliz asıllı olanlardır.

Toprak genişliği Türkiye’nin neredeyse on misli büyük olan Avustralya’nın toplam nüfusu ise 23 milyon, yani Türkiye’nin ancak üçte biri kadardır. Tüm bu insanların farklı dil, din ve kültürleri olmasına rağmen herkes birbirinin yaşam hakkına, çevreye ve ülkesine saygılı davrandığından herkes yaşantısından mutlu gözüküyordu. Sanırım İngilizlerin yerleştirdiği temel eğitiminde bunda etkisi çok büyük.

10 Şubat 2015

5.02.2015 Perşembe

Tatil bitti, uzun dönüş başlıyor. Saat sekizde otelden ayrıldık. Saat 9.40 da Cairns’den Brisbane’ye uçuyoruz. İki saatlik uçuştan sonra, sekiz saatlik Brisbane – Singapur uçuşu, beş saat Singapur Havaalanında bekleme sonra da on bir saatlik Singapur – İstanbul uçuşu. Otelden eve toplam 34 saat sürdü yolculuk, Cuma sabahı onda evimizdeydik.

Darısı yeni maceralara….

4.02.2015 Çarşamba

Bugünkü turumuz için sabah yedide bizi otelden aldılar. Bir saat uzaklıktaki “Port Douglas”a genelde kıyı şeridini takip ederek gittik. Böylece yol boyunca sıralanan diğer plajları da gördük. Buralarda deniz çekilmemiş ve nihayet deniz mavi, üstelik dalga yok. Yine de bizim alıştığımız plajlar gibi değil, şezlong ve şemsiyesi yok, duşu ve soyunma kabini yok. Güzel bir yeşilliğin önünde kumsal ve deniz.
Port Douglas, dağların arasındaki limanı, lüks yazlık evleri, bakımlı bahçeleri, şık lokantaları olan genelde emeklilerin yaşadığı bir sayfiye kasabası. Dinlenmek için gidilmesi gereken bir yer, bir turist olarak gitmesek de olurmuş.


İki saat dolaşıp, bir kahve içtikten sonra otobüsümüz bizi “Kuranda”ya gidebilmemiz için “Sky Rail” denilen teleferiğin girişine bıraktı. Şimdiye kadar bindiğim en uzun teleferikti, 36 kulesi vardı ve tamamen yağmur ormanlarının üstünden gidiyor. Altmışlı yıllarda proje planlandığında, ağaç kesilmesin diye şehir halkı protesto etmiş ve sonuçta başarılı olmuş. Hiç ağaç kesilmeden kuleler helikopterle indirilerek monte edilmiş.


 İki ayrı istasyonda inip, etrafı dolaşabiliyorsun üçüncü istasyon Kuranda. İlk istasyonda inince, bir parkuru takip ederek yağmur ormanları içinde dolaştık. Orman 1988 yılında “Dünya Mirası Listesine” girmiş. İkinci durakta yine düzenlenmiş bir parkuru takip ederek “Barron Falls” şelalesini görebileceğimiz bir noktaya kadar yürüdük.


Kuranda’da inince pek de yapacak bir şey olmadığını gördük. Bir sürü hediyelik eşya mağazası ve lokantadan başka “Bird Sanctuary”, “Koala Sanctuary” ve “Butterfly Sanctuary” vardı. Ama bunların zaten çok güzellerini gördüğümüz için girmeyince, zaman yemek yiyip dönüş için bineceğimiz tren saatini beklemekle geçti.
Kuranda, 1800’lü yılların sonunda “altına hücum” dönemlerinde çok popülermiş. Hatta dönüş yolunda bindiğimiz trenin yapımı o dönemlerde başlamış ve 1915 yılında bitmiş. Genelde yüz yıllık vagonlardan oluşan tren ormanın içinden, şelalenin kenarından, uçurumların kıyısından ilerleyerek iki saatte Cairns’e ulaştı.


Güzel keyifli bir geziydi ama Cairns’e benim gibi üç gün gelen birine ben ikinci günde dalmaya gitmesini tavsiye ederim. Teleferik, orman, tren her yerde var buradakinin çok da fazla bir özelliği yok. Ama buradaki mercan adacıklarını başka yerde bulamazsın. Keşke bizde ikinci gün Green İsland veya Michaelmas Cay gibi başka bir adaya gidip yine şnorkel yapsaydık.

Gezinin son yemeğini “İyara” isimli bir Thai Lokantasında yedik. Çok güzeldi, çok şıktı. Üç gecede yemek çok güzeldi, yine gitsem yine aynı lokantalarda yerim.

3.02.2015 Salı

Altı buçukta alarmın çalması ile uyandık. Bugün “Great Barrier Reef -  Büyük Barrier Resif“e dalmaya gidiyoruz, bir saat içinde marinada olmalıyız. Yüzlerce mercan adasından oluşan Resif Unesco’nun “World Heritage” listesinde olduğundan koruma altına alınmış.
Farklı Mercan adalarına götüren 10 – 15 kadar tur şirketi var. Biz biri “Outer Reef”te, diğeri “İnner Reef”te iki ayrı Mercan adasına götüren “Down Under” firmasına karar vermiştik. 


Sekiz buçukta limandan ayrılan teknemiz bir buçuk saat dalgalı denizde ilerledikten sonra “Hastings Reef”te demirledi. Dalmak isteyenler ve şnorkel yapmak isteyenler ayrı ayrı hazırlanmaya başladı. Paletlerimizi ve gözlüklerimizi takıp denize atladık. Ama bir baktım ki çok fazla kulaç atmamama rağmen dalga beni tekneden çok uzaklaştırmış. Panikle geri yüzmeye ve denizde Süleyman’ı bulmaya çalıştım. Teknenin ipini yakalayınca biraz sakinleşip aşağıda neler var diye incelemeye başladım. Çok derin bir yerde olduğumuzdan hiç mercan göremedim ama bir sürü rengârenk balık vardı. Öğlen yemeği için yanan mangalın kokusu dalgalarla hassaslaşan midemizi etkileyince tekneye çıktık. Ama teknede de durum parlak değildi, her köşede elinde beyaz torba ile oturan suratlar bembeyaz insanlar vardı. Bulantıya karşı birer ilaç yutup koltukta biraz uyukladık. Yiyebilenler yemeklerini bitirince saat bir buçukta ikinci adaya gitmek üzere yola çıktık. On beş dakika sonra “Saxon Reef”te idik. Gerçi ada diyorum ama denizin üzerinde görünen hiçbir şey yok, bunlar mercanların kümelenmesi ile deniz altında oluşan adacıklar. Söylenilenlere göre yüzlerce adadan oluşan resif’de sadece bir düzine kadar ada tatil adası olarak kullanılmaktadır, diğerleri genelde suyun altında.
Çok istemeden de olsa yeniden suya girdik ama gördüğümüz güzellik karşısında büyülendik. Yol boyunca teknedeki televizyon ekranında seyrettiğimiz bütün balıklar ve mercanlar elimizi uzattığımızda değebileceğimiz mesafedeydi. Hayatımda bu kadar büyük ve değişik formlu mercanlar hiç görmemiştim. Etrafımdaki renk cümbüşünü anlatmaya kelimelerim yetmez. Balıklardaki renkler ile mercanlardaki renkler birbirleriyle yarışıyordu, tek kelime ile muhteşemdi. 


29 derecelik deniz suyunda bile bir buçuk saat şnorkel ile yüzünce üşünebiliyormuş. Gitme saatinin geldiğini belirten düdükler çalınca istemeden de olsa tekneye çıktık. Tek üzüntüm su altı kamerası kiralamayıp bu güzellikleri fotoğraflayamamış olmak. Dönüş yolunda denizde sakin olduğundan ikram edilen şarap, peynir ve meyveleri yiyip gördüklerimizi paylaşmakla zaman çok çabuk geçti.
Tekneden saat altıda inip, otele yürürken birazda vitrin baktık. Böyle bir tatil beldesinde Gucci, Louis Vuitton gibi markaların olması hayret verici, ama gelen turistlerin büyük bölümü Japon ve Çinli olunca iş de yapıyorlar doğrusu.
Duş yaptıktan sonra balkon keyfi yaptık. Bu saatte balkonda oturup kuşların serenatlarını dinlemek çok keyifli. “Raw Prawn”da lezzetli bir akşam yemeği, hararetle tavsiye edilir.

2.02.2015 Pazartesi

“Virgin Australia” ile sabah dokuzda Brisbane’den Cairns’e uçtuk. Otelimiz “Royal Harbour” ana cadde “Esplanade” üzerinde. Önümüzdeki günlerde hangi turları alacağımıza karar vermek için bir sürü broşür toparlayıp odaya çıktık. Açık mutfağı, salonu ve yatak odası olan, balkonundan önce yeşil bir park sonra kahverengi başlayıp zamanla maviye dönen hafif dalgalı bir deniz görünen şirin bir oda.
Süleyman daha önce birazcık incelediği için ne yapacağımız ana hatları ile belli idi. Yine de turların detaylarına bakıp hangisini alacağımıza karar vermek çok kolay olmadı. Otelden rezervasyonlarımızı yaptırıp öğlen yemeği yemek ve şehri keşfetmek için çıktık. Deniz kenarına inince çok şaşırdık. Deniz çekilmişti. Deniz kıyıdan neredeyse üç metre kadar sonra başlıyordu ve kahverengiydi. Kıyı çamurlu, bataklık gibi gözüküyordu ve kuşlar çamurlar arasında ölmüş deniz canlılarını yemeye çalışıyordu. 



Eyvah, o kadar yol geldik burada da mı denize giremeyeceğiz, Med-Cezir’den dolayı deniz çekilmiştir, yarın bu görüntü olmaz düşünceleri ile otelden “Lagoon”dan başka yerde denize girmeyin dedikleri için “Lagoon”u bulmaya gittik. Bir sürpriz daha… Meğerse “Lagoon”, parkın içinde denize çok yakın bir yerde yapılmış yüzme havuzu imiş. Çimenlerin üzerine havlularımızı sarıp yattık, etrafımızdaki kuşları ve ağaçları inceleyerek hayal kırıklığımızı bastırmaya çalıştık. Yarım saat sonra bir anda gökyüzü karardı ve bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı. Mayolu olmamıza rağmen gölgeliklerin altında yağmurun dinmesini beklemek komik geldi, hızı biraz azalınca çok yakın olan otelimize geri döndük. Tam tropikal iklim, bir saat sonra güneş yeniden parlamaya başlayınca yerler anında kurudu. Bizde çıkıp sahilde yürüdük.
Cairns’de Brisbane gibi sanki Botanik Bahçesinin içine kurulmuş. Sahil boyunca içinde yürüme alanları, bisiklet yolları, piknik köşeleri olan farklı ağaçlardan oluşan çok bakımlı ve geniş bir park uzanıyor. Aslında insanlarda bunun değerini biliyor, sabah ve akşam saatlerinde park spor yapanlarla dolup taşıyor.

Avustralya’nın her şehrinde her parkta muhakkak barbekü köşeleri oluyor. İnsanlar da bunları çok kullanıyorlar. Ama işleri bittiğinde çöplerini atıp, mangalın üstünü temizleyip öyle gidiyorlar.





Otele dönüp balkonda kuş cıvıltıları arasında güneşi batırdık. “Barnacle Bill’s”de deniz mahsullerinden oluşan güzel bir yemek yedikten sonra otele dönerken saat henüz onbir olmasına rağmen çoğu yerin kapandığını gördük. Türkiye’de böyle bir tatil yerinde hayat ancak bu saatlerde başlar. 

1 Şubat 2015

1.02.2015 Pazar

Bugün Brisbane’de son günümüz. Çok sıcak bir gün. Ama yine “Queen Street Mall”dan yürüyüp “Victoria Bridge”dan geçip “Science Museum”a gittik. Böyle müzelere gidince niye bizde yok diye hep üzülürüm. Genelde çocuklu ailelerin geldiği, çocuklar için çok eğitici olan müzelerdir. Brisbane yakınlarında bulunmuş bir dinozorun iskeleti, farklı hayvanların kafatasları, bazı canlı hayvanlar, bazı doldurulmuş hayvanlar, Avustralya florasını anlatan bir bölüm, Aborjinlerle ilgili bir bölüm gibi bilhassa çocukların ilgisini çekecek bölümlerden oluşan güzel bir müze. Ben bile hayatımda ilk defa “Stick İnsect” denen bir böceği ve yeşil bir yılanı ilk defa bu müzede gördüm.




Dönerken bir sokakta bu manzara ile karşılaştık.



“Suitcase Rummage Market” diye isimlendirilen bu olayda genelde genç kızlar giyilmiş ama çok eski olmayan giysilerini bavulun içinde sergileyerek satmaya çalışıyorlardı. Sıcaktan korunmak için açtıkları şemsiyeler, şirin giysileri ve önündeki bavulları ile genç kızlar çok farklı bir görüntü sergiliyorlardı.
Son bir kere daha “Kangaroo Point”te yürüdük. Geçen sefer fark etmemişim, önüme çıkan bir tabela son gün “bu nehir neden kahverengi” soruma cevap veriyordu. Anladığım kadarıyla nehir çok sakin gözükmesine rağmen nehir yatağına yakın bölgelerde güçlü akıntılar varmış ve bu akıntılar yataktaki toprağı devamlı hareket ettirdiğinden nehir çamurlu gözükmekten bir türlü kurtulamıyor. Üstelik çok sık yağan güçlü Muson yağmurları da çok fazla derin olmayan nehri karıştırıp daha da kahverengi gözükmesine neden oluyormuş.
Brisbane şehri 5-6 kere sel altında kalmış. 1931 ve bilhassa 1974 yılındaki seller şehre çok zarar vermiş. 1983 yılında biten Wivenhoe Barajı bir dönem bu selleri önlese de, 2011 yılında birazda yanlış planlamayla baraj kapakları açılınca şehir yine sular altında kalmış. Nehirdeki tekneler sürüklenmiş, nehir kenarındaki evlerin üçüncü katına kadar çamurlu sular çıkmış, şu anda zevkle yürüdüğümüz nehir kenarındaki yürüyüş yolları parçalanmış. Meğerse bu yolların çoğu yeniden yapılmış.
Dönünce bavul yapıp, televizyonda Avustralya Açık Tenis Turnuvası finalini seyrettik. Son gece Japon Barbeküsü.
Böylece 18 günümüz bitti Brisnane’de. Yarın Cairns. Bakalım bizi ne güzel sürprizler bekliyor.