22 Kasım 2014

8.11.2014

“Grand Canyon”da ikinci sabah. Süleyman güneş doğuşuna kalkmak istemedi ama ben kaçırmak istemedim, hatta fazla fotoğraf çekmeyip izlemeye karar vererek giyinip çıktım. Otel binalarının çatısındaki dolunay muzipçe günaydın diyordu.


Güneş nazlı nazlı yükselmeye başlayınca tüm dikkat o tarafa çevrildi. Ortam bir anda o kadar mistik oldu ki, neden yükseltilere çoğu Hindu dinine ait tapınak isimlerinin verildiğini daha iyi anlayabildim. 


Kanyon boyunca uzun uzun yürüdüm sonra Süleyman’ı uyandırıp kahvaltıya gittik. Bugün dönüş günü ama daha görmek istediğimiz araba girişi yasak olan birkaç nokta olduğundan bavulları arabaya yükleyip merkezdeki otoparka parkedip, turuncu otobüse bindik.
Biraz yol almıştık ki trafik durdu, bir de baktık ki sağ tarafta parkın simgesi olan dört iri geyik(elk) var. Onları görmek çok hoş oldu. İlk durak “Yavapai point”, sonra “Mather point”. Gidiyoruz diye manzarayı içimize sindirmeye çalışıyoruz. Hava soğuk ama masmavi bir gökyüzü var, belki de bu yüzden bu gün her şey daha da güzel geliyor gözümüze.


Üçüncü durakta girdiğimiz Jeoloji Müzesi kanyonun nasıl oluştuğunu o kadar güzel anlatıyor ki, zaman sorunumuz olmasa 1-2 saat daha kalabilirdik. Son durak “South Kaibab Trailhead”. Buraya geldiğimizde sırtında kocaman sırt çantaları ile kanyonun dibine gitmek için yürüyüşe başlayan gençlerle karşılaştık. Kanyonun yüksekliği iki kilometre olmasına rağmen aşağıya iniş genelde 4-5 saat sürüyormuş. Kolorado Nehri kenarında kamp yapılabiliyor, park yönetiminden izin almak şartıyla. Aslında ilk gün öğrenip de, keşke daha önce bilseymişiz dediğimiz ve giden herkese tavsiye edeceğimiz ilk şey aşağıda nehrin kenarında bizim otelin bir parçası olan “Phantom Ranch”de de bir gece kalmak olur. Eğer yürüyüş yapmak istemiyorsan katırlarla öğlenden sonra indiriyorlar, güneş batışını seyrediyorsun, gece orda yemek yiyip uyuyup sabah güneş doğuşunu seyrettikten sonra, kahvaltını yapıp tekrar katırlarla geri dönüyorsun. Eminim muhteşem bir tecrübe olur, hele bizim gibi dolunayı yakalarsan. Fakat çok az oda olduğundan rezervasyonlar çok çabuk doluyormuş.


Saat artık biri geçiyordu. Önümüzde beş saatlik bir yol var. Arabayı LasVegas’ta teslim edip, sekizdeki San Fransisco uçağımızı yakalayabilmek için yola çıktık. Beklediğimizden daha erken “Hoover Dam”e varınca hemen park yerine girip giderken çıkamadığımız köprüye çıkıp birkaç fotoğraf çekip yola devam ettik.

Herşey yolunda gitti ve saat onbuçukta San Francisco’daki “Wyndham Parc55” otelindeki odamıza girince yorgunluktan uyuyakaldık.

20 Kasım 2014

7.11.2014

Güneş doğuşunu yakalayabilmek için altıda uyandık, odada birer kahve içip, çıktık. Doğudan doğacak güneşi beklerken batıda şeffaf beyaz bir dolunay tüm görkemi ile rol çalıyordu. Güneş yükseldikçe ortam iyice büyülü bir hale geliyordu. Kanyonun ortasında Shiva Temple, Osiris Temple, Keops,..diye adlandırılmış yükseltilerin önce tepeleri aydınlandı. Sonra sanki kırmızı altın bir lava yavaşça tepeden aşağıya yayıldı. Kalabalık bir grup güneşin doğuşunu beklemesine rağmen ortama mistik, büyülü ve ilahi bir hava hâkimdi ki kimse konuşmuyordu. Sadece fotoğraf makinelerinin sesi vardı, çünkü görünüm her saniye değişiyordu. Yinede sonradan fotoğraflara bakınca seyrederken yaşadıklarımı, gördüklerimi tam olarak yansıtmadığını fark ettim. İkinci sabah güneş doğuşuna çıkınca fotoğraf çekmektense seyretmeyi tercih ettim. Aslında Grand Canyon için söylenecek tek şey “anlatılmaz yaşanır”. Gördüklerimi anlatmaya benim kabiliyetim yetmez.





Güneş yükseldikçe altın renk değişiyor, uçuk pembe, yeşil tonlar ortaya çıkıyor önce sanki kanyonun üzerine ince bir örtü örtülüyor, ama yarım saat içinde tüm manzara netleşiyor. Bu sırada sol tarafta dolunay hala bize göz kırpıyordu.



Unesco Dünya Mirası Listesinde yer alan Kolorado nehri üzerindeki Kanyon 500km. uzunluğunda, 2 km. genişliğinde, yüksekliği ise ortalama 1600 metre. Kanyonun kuzey yamacında otel yok ama yaz mevsiminde yürüyüş turları için izin veriliyor. Bu mevsimde Kuzey yamaç kapalı. Güney yamacın ise ancak 60 kilometrelik bölümü gezilebiliyor. Park yönetimi burayı üç ayrı rotaya ayırmış; Mavi Rota (Villge Route), Kırmızı rota (Hermits Rest Route) ve Turuncu Rota (Kaibab/Rim Route). Her rotada genelde 8 – 10 gözlem noktası var. Buralara isterseniz arabanızla gidebiliyorsunuz isterseniz de Parkın içinde bu rotalar arasında işleyen otobüslere binebiliyorsunuz. Bu otobüsler ücretsiz ve her 15 dakikada bir her noktadan geçiyor. Bazı bölgelere özel arabaların girmesi yasak olduğundan aracınızı park edip otobüse binebiliyorsunuz.
Kahvaltıdan sonra otelimizin bulunduğu Mavi Rotadan başlamak istedik. Burası aynı zamanda oteller bölgesi, bizimkinden başka üç otel daha var. Bir saat kadar yürüyüp bol bol fotoğraf çektikten sonra arabamıza binip Turuncu Rotaya gittik. Mavi Rota tam ortada, Kanyona baktığımızda sağ tarafı Turuncu, sol tarafı ise Kırmızı Rota. İlk durağımız “Duck on a Rock”.



Değişik noktalarda durarak son nokta olan “Desert View”e geldik. Burada Kızılderililer tarafından yapılmış gözlem kulesi, içindeki süslemeleri ile görülmesi gereken bir yer. Rotanın sonundaki düşüncemiz ise her noktadan görünümün farklı olduğu idi. Renkler, ortaya çıkan şekiller nasıl bu kadar farklı olabilir?


Daha sonra otelimize dönüp arabamızı parkedip, sadece otobüslerin girebildiği Kırmızı Rota’ya gittik. Sabah bizden gizlenen Kolorado Nehrini her noktada gördük bu tarafta. 


Her noktayı gezdikten sonra güneşin en güzel battığını söyledikleri “Mohave Point” de güneşin batmasını bekledik. Saatler 5.24 e yaklaşırken önce kanyonun alt tarafı karardı. Kararma yukarıya doğru ilerlerken sanki kanyonun üzerine ince bir örtü serildi. Güneş tamamen batınca her şey daha da netleşti.



Son otobüse binip otelimize döndüğümüzde dolunay yine tepemizde muhteşem duruyordu.


19 Kasım 2014

6.11.2014

Kahvaltıdan sonra kiraladığımız arabayı alıp “Grand Canyon”a gitmek için yola çıktık. Bir saat sonra ilk durak “Hoover Dam”. Nevada ve Arizona eyaletleri sınırında 1935 yılında Kolorado Nehri üzerinde kurulmuş bir baraj. 2010 yılında yapılmış barajın üstünden geçen “Memorial Bridge”e çıkmak istedik ama zaman kaybetmemek için vazgeçtik. Ama içimizde kalmıştı, Cumartesi günü dönüşte yarım saatliğine durduk, tam güneş batıyordu ve aşağıdaki muhteşem görüntüyü yakaladık.



Arizona’nın çorak arazilerinden geçip “Williams” kasabasına geldik. Tam filmlerdeki gibi küçük sessiz bir kasaba. Yemek yediğimiz “Dinner 66” de, sanki 1960lardan kalma aynı Amerikan filmlerindeki gibi, tek farkı garsonumuz erkekti.


45 dakika sonra Grand Canyon National Park’ın kapısından girdik. Otelimiz “Bright Angel Lodge”, Park’ın içinde Kanyonun güney kenarı (South Rim) üzerinde 1935 yılında kurulmuş. Saatlerin bir saat ileri alınacağını bilmediğimizden güneş batışını maalesef kaçırdık ama karşımızda yükselmeye çalışan muhteşem bir dolunay duruyordu.



Akşam yemek yiyip uyumaktan başka yapacak bir şey olmadığından erken uyuduk. 

10 Kasım 2014

5.11.2014

LasVegas’ta ikinci gün. Meşhur bulvarın gezmediğimiz üst kısmını gezelim dedik. Aslında hava çok sıcak ama mayolarımız yanımızda olmadığından havuza giremiyoruz. İlk durak Paris, önünde kocaman Eyfel Kulesi, Montgolfier kardeşlerin yaptığı balon ve meşhur Paris Opera binası şeklinde yapılmış otel. İçerisi ise Paris sokaklarını andırıyor, küçük kafeler, pastaneler ve şık lokantalar ve tabii ki kocaman kumarhane….



“Ceaser’s Palace” eski Roma temalı bir otel. “Belaggio” sanırım en beğendiğim otel oldu. Otelin önündeki havuzda her saat başı müzikli su şovu yapılıyor. Venetian,  Monte Carlo, Crystall ve tabii ki burada ilk kurulan otel olan Flamingo,…



İlk girdiğimiz kumarhanede 30 dolar kazanınca, her girdiğimizde oynadık ama bir daha kazanamadık. Otellere girip çıkarak saatler geçti.
Kumarın dışında burada genelde her otelde bir gösteri veya konser oluyor. En çok “Cirque de Soleil” gösterileri var. Biz ise akşam MGM oteldeki “David Coperfield” şova gittik. Televizyonda seyrettiğimizde de severdik ama burada iki saat boyunca gözümüzün önünde o kadar inanılmaz sihirbazlıklar yaptı ki bir türlü sırrını çözemedik.

Şov sonrası bulvara çıktığımızda bu ışıklı dünyanın tepesinde kocaman bir dolunay vardı, inanılmaz bir görüntü idi.

4.11.2014

4 Kasım sabahı New York’tan Las Vegas’a uçtuk. Uçak altı saat sürdü, biraz uzun geldi..
Otelimiz “New York – New York”. Gitmeyi planlayıp gidemediğimiz Özgürlük Heykeli otelimizin önünde tüm heybeti ile yerini almış. Bir gün evvel New York sokaklarında gördüğümüz NY ile özdeşleşmiş bazı binaların kopyalarından oluşmuş otel binaları. Otele girer girmez kumar makineleri karşılıyor bizi, aynı havaalanında olduğu gibi.



Odamıza çıktığımızda penceremizin önünden geçen otele ait “roller coaster”dan gelen çığlıklar çok hoşumuza gitti. Pencereden aşağı baktığımda kumar oynamaktan sıkılanların havuza girip güneşlendiğini gördüm.
Biraz dinlenip akşamın ilk ışıkları yanmaya başlayınca meşhur “Las Vegas Strip ” de dolaşmaya çıktık. 7 kilometre uzunluğundaki Las Vegas bulvarında farklı mimarileri ile yer alan otel ve kumarhaneler bölgesi. Amerika’nın en çok turist çeken bölgesinde 65000 yatak kapasitesi olduğu söyleniyor.
Her otel dışarıdan o kadar görkemli ve ilgi çekici ki hepsine girmek istedik. Hemen otelin arkasında Pamuk Prensesin şatosu gibi, kırmızı ve mavi kuleleri olan beyaz bir şato görünümündeki “Excalibur”a girdik. İçeriye girince her otel birbirine benziyor gibi. Tabii ki dekorasyonları farklı ama hepsindeki uçsuz bucaksız kumar salonu aynı makinelerle dolu olduğundan ve her birinden ayrı ses ve ışıklar geldiğinden salonun dekorasyonu fark edilmiyor bile. Yine biz kumar oynamadığımız için daha çok dikkat ettik, kumar için orada olanlar sanırım ne otelin içine ne de dışına dikkat ediyordur. Hemen bir makineye 5 dolar koyup deneyelim şansımızı dedik ama oyunu anlayana kadar para gitti.



Birbirlerine tren geçişi olan Excalibur – Luxor – Mandalay arasında kalmaya karar verip, Mısır piramidi şeklinde yapılmış olan Luxor’a geçtik. Dışarıdan siyah cam bir piramit şeklinde olan otelin girişinde kocaman bir sfenks ve koruyucusu olan iki Anibus (çakal başlı tanrıları) karşıladı bizi. Otelin iç tasarımıda dışı kadar etkileyici idi. Mandalay ise çok mütevazı kaldı bunların yanında, ama yemeğimizi açık büfesinde yedik.
İlk günün sonunda izlenimlerim şöyle; 27 yıl önce geldiğimiz Las Vegas çok büyümüş. O kadar çok otel yapılmış ve hepsinin o kadar çok odası var ki acaba doluluk oranı nedir diye merak ettik.
Çok zenginleşmiş; bildiğimiz bütün lüks markaların mağazaları var. Eskiden sadece hediyelik eşya mağazaları vardı. 
Her otelde hızlıca yemek yenebilen yerler olduğu gibi 3-4 tanede şık lokanta var.
Sokaklarda karşıdan karşıya geçmek ancak üst geçitlerle mümkün. Bunlara çıkmak için hem yürüyen merdiven hem de asansörler var.

Tam bir ışıklı hayal dünyası, arkasında acıklı hikâyeler yaşanıyordur muhakkak ama dış görünüşü rengârenk, gözalıcı, görkemli, muhteşem…

5 Kasım 2014

1 - 3.11.2014


Üç gün NewYork rüzgâr gibi geçti. Washington’dan NewYork’a trenle geçtik. Çok keyifli bir yolculuk oldu. Yol boyunca ağaçların renkleri o kadar güzeldi ki kitap bile okumadım sadece etrafı seyrettim. Penn Station’da inince hemen metro bağlantısıyla Times Square’e geldik.  Dışarı çıktığımızda biraz moralimiz bozuldu, çünkü yağmur yağıyordu. Ama şehrin enerjisi o kadar yüksek ki kalabalık, yağmur ve kaldırım çalışmaları bile neşemizi bozmadı. Hemen otele gittik. “Hotel Mela”nın yeri muhteşem, Times Square’in bir sokak arkası. Odamız hazır olmayınca bavulları bırakıp çıktık. İnce ince yağan yağmurun altında dolaştık, binaları, rengârenk ilanları, Halloween’den kalan süslemeleri ( bir gece evvel “Halloween Parade” varmış, bilsek dün gelirdik dedik), yılbaşı için başlamış ışıklandırmaları seyrederek uzun uzun yürüdük.
Pazar günü için “Harlem Gospel “ tur ayarlamıştık. Uyandığımızda, kardeşimin mesajı ile o gün NY maratonu olduğunu öğrendik ve planlarımızı değiştirmeye karar verdik. Güneşli ama çok soğuk bir Harlem sabahında saat dokuzda rehberimizle buluşup “Canaan Baptist Church”deki ayine gittik. Washington’da gittiğimizden ne kadar farklıymış. İyi ki ikisine de gittik de aradaki farkı gördük. Zaten kiliseye gelen turistlerin dışında, tüm kilise üyeleri siyah Amerikalılardı. Tüm ayin bir müzikal havasındaydı. Org, piyano, gitar ve bateriden oluşan bir orkestra eşliğinde ilahiler söylendi, danslar edildi, ama tüm bu müzikaliteye rağmen daha çok Allah ve İsa kelimeleri vardı, diğer ayinle kıyaslayınca. Ayin sonrası rehberimiz bize Harlem’i gezdirdi. Bu sırada maraton koşucuları da Harlem’den geçiyordu. Tur sonunda maratonun bitim noktası olan Central Park’a geldik. Gördüğümüz kalabalık inanılmazdı. Televizyondan öğrendiğim kadarıyla 50bin kişi koşu için gelmiş, bir milyon kişi seyretmek için gelmiş ve 30 milyon dolar bağış toplanmış.  Kalabalığı engellemek için parkın bazı girişlerini kapatmışlardı. Zorla bir yol bulup parka girdiğimizde halk koşusu hala devam etmekteydi, ama koşanlar çok yorgun gözüküyorlardı, kalan 100 – 200 metreyi bitiremeyebilir diye düşündüklerimiz oldu. Bitirmiş olanlarda kendilerine verilmiş olan mavi kapüşonlu rüzgârlıklara sarılarak kendilerini soğuktan korumaya çalışıyorlardı. Değişik köşelerde kurulmuş olan sahnelerde yer alan müzik grupları şarkılarıyla koşuculara destek oluyordu. Bilmeden de olsa dünyanın sayılı organizasyonlarından birini seyretmek bizim için inanılmaz güzel bir tecrübe oldu.
Son gün NY’a gidipte, benim için yapılması şart olan şeyi yapıp, bir arkadaşlarımızla buluşup MoMa’ya (Museum of Modern Art) gittik. Ama maraton kalabalığı olduğu gibi buraya dolmuş gibiydi. Çok güzel hazırlanmış bir “Henri Matisse – Cut Outs” sergisi vardı, ama o kadar uzun kuyruklar bekledik ki ve her resmin önünde o kadar çok insan vardı ki biraz bunaldım. Diğer katlar biraz daha sakindi. Yine de bir kez daha MoMa’yı gezmek keyifliydi. Öğlen beraber yemek yiyip arkadaşlarımızla ayrıldık. Chelsea ve Gramercy taraflarını gezdik.
Kısa ama tadı damağımızda kalan farklı bir NewYork gezisi oldu.

31 Ekim 2014

31.10.2014 Cuma


Benim “uzatmalı turist” durumum, Süleyman’ın çalışması sekiz günlük bir turist durumuna dönüşüyor. San Francisco’da Süleyman konferansına gidecek ben yine turist olucam. Cumartesi günü NY’a geçiyoruz. Otellerde internet durumu nasıl olur, gezmekten fırsat bulup yazabilirmiyim bilemiyorum. Şimdilik Allahaısmarladık…

Son haftanın özetleri:

-       Unutmuşum; Sinemalarda koltuk numarası olmadığını. Ama koltuklar o kadar rahat ki yanında ki amca uyuyakalırsa horlayabiliyor, onun için arada 3-4 koltuk boş bırakmalısın.
-       Unutmuşum; Televizyonlarda en çok ilaç reklamları olduğunu. Ama yan etkilerini saymak zorundalar sanırım. Onları dinleyince o ilacı almaktan vazgeçiyorsun.
-       Unutmuşum; İkinci sırada avukat reklamları olduğunu. İlaç aldın, kanser mi oldun bize gel dava açalım, seni zengin edelim….
 

-       Anladım ki; Buradaki hazır salatalar bozulmuyor. Migrostan aldığımda bile içinde 3-5 tane bozuk yaprağı olan salatalar burada daha büyük ambalajlarda olmasına rağmen bazen bir hafta dolapta kaldı ama bozulmadı. 

-       Anladım ki; Çocuklarımı ve ailemi çok özlemişim..

  

-          Öğrendim ki; İnsanlar artık çok bisiklet kullandıklarından, kolaylık olsun diye otobüslerin önüne artık bisikletleri koymak için özel yer yapılmış. Metroya da bisikletinizi götürebiliyorsunuz.

 

-          Öğrendim ki; Geçtiğimiz beş hafta içinde en çok tükettiğimiz maddeler; su, yumurta, salata, domates, kâğıt havlu veee Dondurma

 

30.10.2014 Perşembe

Benim gibi harita ve yön bilgisi zayıf olan bir insan için Washington DC’de yaşamak çok kolay oldu. Çünkü kuzeyden güneye caddeler sayılarla, doğudan batıya caddeler ise rakamlarla isimlendirilmiş. Bunun en güzel tarafı sokak ismi öğrenmek zorunda değilsin. Diğer güzel tarafı ise; yanlış bir yöne de gidiyorsan en fazla bir blok yürümüş oluyorsun, yine dönüp yolunu bulabiliyorsun. Birde arada eğri giden bulvarlar oluyor. Bunların bizim dik giden caddelerle kesiştiği yuvarlak meydanlar çıkıyor karşınıza, bizim “Dupont Circle” gibi. Bu bulvarlar genelde kestirme oluyor ama karıştırmamak için girmeyebilirsin onlara.
Yani anlayacağınız dikdörtgenlere bölünmüş şehrin planını L’Enfant tam benim gibilere göre yapmış. 15 yıl evvel Virginia’da yaşarken böyle değildi. Devamlı sokak adı ezberlerdim. İki de bir kaybolurdum. Allahtan çok iyi bir haritam vardı, yolun kenarına arabayı park eder yönümü bulur sonra devam ederdim. Üstelik bu sefer arabamda yok.
Kongre Potomac Nehri kıyısında bir başşehir kurulmasına karar verdiğinde, 1791 yılında George Washington Fransa doğumlu Amerikalı Mimar Pierre Charles L’Enfant’ı görevlendirir. Şehir sıfırdan kurulacağı için meclis, başkanlık sarayı, bakanlıklar planlanan dikdörtgenler üzerine yerleştirilmiş. Zamanla şehir büyürken de bu plana sadık kalınarak değişiklikler yapılmış. Bu yüzden çok muntazam bir şehir, yürüyerek keşfetmesi de çok keyifli.
Güzel bir otobüs sistemi de var şehrin, üstelik durakta yazan tarife saatleri de genelde tutuyor. Ama ben yine de havalar güzel olduğundan genelde yakın yerlere yürüdüm, uzak yerlere giderkende metro kullandım.

Metro sistemi ilk olarak 1976 yılında sadece DC sınırları içinde ve 5 istasyon olarak başlamış. Aradan geçen yıllar içinde Virginia ve Maryland’e de uzanınca istasyon sayısı 91 olmuş. Amerika içinde New York metrosundan sonra en kalabalık metroymuş.

30 Ekim 2014

29.10.2014 Çarşamba



Dün akşam bizim için ilginç bir gece oldu.  Dün 28. geleneksel “17th Street High Heel Race”, 17. caddenin P ve S caddeleri arasında yani tam bizim önümüzde yapıldı. İlk olarak 1986 yılının 31 Ekim yani “Halloween” gecesi “drag queen” gibi giyinmiş 4-5 kişi 17. caddedeki iki bar arasında koşmuşlar, ertesi sene onlara başkaları eklenmiş. Zaten Halloween gecesi çok kalabalık olan sokakları biraz hafifletmek için belediye bu kısacık neredeyse 100 – 150 metrelik yarışın her sene Halloween’den önceki Salı yapılmasını teklif etmiş. Böylece olay tamamen geleneksel hale gelmiş.
Saat 18.30 civarında polis önümüzdeki üç blokluk yolu kapadı. Yavaş yavaş kalabalık artmaya başladı. Bu gün için özel olarak hazırlanmış insanlar kendilerini Oscar törenlerinin kırmızı halısında sanarak yolun iki yanında birikmiş kalabalıklara poz vererek yürüdüler. İnanılmaz kıyafetler vardı. Saat tam 21 de yarış başladı ve beş dakika sürdü. O yüksek topuklar üzerinde iki saattir yürüyüp poz verenler için o beş dakikayı koşmak zor oldu.







Yol üstündeki bütün lokantalar da dün için masalarını kaldırıp lokantalarını bara çevirmişlerdi. Bizim sokak hep hareketlidir ama bu kalabalığı senede bir görüyor sanırım. Kalabalıktan faydalanmak isteyen diğer grupta 4 Kasımda Belediye seçimlerine girecek adaylardı. Adaylardan birinin partisi bizim alt dairede yapıldı, diğeri ise karşı kaldırımdaki bir barda idi.




29 Ekim 2014

28.10.2014 Salı

Dört hafta elimden geldiğimce müze gezmeye çalıştım. Washington DC’de çok müze var ama ne gariptir ki hiç galeri yok, hepsi NewYork’ta sanırım.
Bu dönemde dikkatimi çeken şey müzelerin bağışlarla ve üyeliklerle ayakta durduğu. Tabii ki devlet katkısı var. Düşününce giriş ücreti bile olmayan Smithsonian müzelerinin masrafının ne kadar çok olduğunu bir kere bile gezen anlar. Üstelik bu müzelerin çoğunda ayda birkaç kere ücretsiz konserler ve konferanslar bile düzenleniyor.
Bağış sistemi Türkiye’de oturmamış bir sistem. Burada ise gerek devlet gerek özel kurumların en büyük gelir kaynağı. GWU özel bir üniversite olmasına rağmen her binası o binanın alımı veya onarımı için bağış yapan bağışçının adıyla anılıyor. Gelman Library, Kogan Plaza, Rice Building, …
Dün “National Gallery of Art”ın tarihçesini okurken bunu bir kere daha anladım. 1921 – 1932 yılları arasında Hazine Bakanlığı yapan, aynı zamanda iyi bir koleksiyoner olan Andrew Mellon, Amerikanın da bir ulusal sanat müzesi olması gerektiği konusunda zamanın Başkanı Franklin Roosevelt’i ikna eder. Örnek olmak ve diğer koleksiyonerleri de özendirmek açısından Mellon, elindeki resimleri, heykelleri devlete bağışlıyor ve bunların sergilenmesi için yapılacak müzenin yapımı içinde gerekli parayı veriyor. Mimar John Russel Pope tarafından dizayn edilen müzenin yapımına 1937 yılında Meclis’in “National Mall”da gösterdiği arsa üzerine yapılmaya başlanıyor. İnşaat başladıktan bir ay sonra hem Mellon hem de mimar peşpeşe ölüyor, ama her şey onların planlarına sadık kalınarak yapılıyor. Zamanının en geniş mermer binası olan müze 1941 yılında Roosevelt tarafından açılıyor.


Zamanla müzenin koleksiyonu o kadar büyür ki yer sıkıntısı çekilmeye başlanır. Müzeye babasından sonra da bağışlarını eksik etmeyen Mellon’un çocuklarının önerileri ve bağışları ile modern koleksiyonların sergileneceği ikinci binanın yapımına başlanır. 1978 yılında açılan ve “East Wing” diye adlandırılan ikinci müze birincinin bol sütunlu klasik mimarisinin tersine çok modern. İki bina alttan koridorlarla birbirlerine bağlı olup, koridorlarda da çeşitli sergiler düzenlenmekte.



Müzeye girerken “Adopt a Gallery” ilanları görülüyor. Buna cevap veren çok insan oluyor sanırım ki, müzenin herhangi bir odasında “Mr.&Mrs. ?? Gallery” yazısını, veya “bu galerinin yeniden dekorasyonu … kişi tarafından yapılmıştır” yazısını sıkça görmek mümkün.

27 Ekim 2014

27.10.2014 Pazartesi

Dün yaptığımız turistik gezileri anlatmaya devam edeyim.
Pazar sabahı güzel bir kahvaltı ve aile ile yapılan telefon konuşmalarından sonra bizi çağıran güneşe karşı koyamayıp kendimizi “National Mall”da bulduk. Üçüncü seferdir “Mall”a geliyoruz (benim beşinci seferim) ve hâlâ gezecek çok yer var. Bu sefer Süleyman’ın isteğine uyup “National Air and Space Museum”a giriyoruz. Her müze gibi burası da çok kalabalık bilhassa çocuklu ailelerle. Leonardo Da Vinci’nin uçan insan çizimleriyle başlayıp, balonlarla devam eden uçma maceraları, 1903 yılında Wright kardeşlerin yaptığı “Wright Flyer” ile North Caroline civarında gerçekleştirdikleri dört uçuşla başlayan uçak maceraları, 1927de Lindenberg’in “Spirit of St. Lois” ile durmaksızın Atlantik’i geçmesi ile uçmanın bir macera olmaktan çıkıp nasıl günümüzde bir gereklilik haline geldiğini anlatan çok güzel bir müze.



Çocukların ilgisini çekmek, onlara uçmanın fizik kurallarını anlatan onlarca küçük deneysel bölümlerde var içinde. Ayrıca gökyüzü, Astronomi ve teleskopları anlatan salonları geçtikten sonra Amerika’nın Uzay maceralarını, Astronotlarını anlatan bölümlerden sonra müzenin gurur kaynağı olan Apollo11’in kumanda modülü  “Columbia” ile bitirdik.



“Mall” yine bisiklete binenler, koşanlar, top oynayanlar, oturup güneşin keyfini çıkaranlarla dopdoluydu. Biraz bir bankta dinlenip, “Capitol Hill”e yürüdük. Daha önce gezmiş olduğumuz Amerikan Meclisinin Pazar günü kapalı olduğunu bilmiyorduk. Kubbesinin tadilatta olduğu Meclisin etrafını dolaşıp, arkasındaki “Library of Congress” ve “Supreme Court” binalarını gördükten sonra güneş batarken yorgun bir şekilde eve döndük.



26.10.2015 Pazar

Bu hafta sonu yine turist olduk, çünkü DC’de son haftasonumuz. Şansımıza hava iki günde muhteşemdi, pırıl pırıl bir güneş, masmavi bir gökyüzü, sonbaharın inanılmaz renkleri; yeşili, sarısı, kırmızısı, bordosu, ...
Cumartesi sabahı ilk durak “Arlington National Cemetery”. DC sınırlarından çıktıktan sonraki Virginia eyaletinde mavi metro hattında ilk durak.
Ortam o kadar güzel renklerle donatılmıştı ki, kendimi mezarlıkta değil de çok güzel bir ormanda hissettim, etrafımda çok muntazam dizilmiş beyaz mezar taşları olmasına rağmen.


Biraz tarihine bakarsak; bu arazi zamanında George Washington’un oğluna aitmiş, öldüğünde kızı Mary Ann’e kalmış. Mary Ann iç savaşta Güneyin komutanı Robert Lee ile evlidir. Savaş başlayınca çift burayı terk eder ve arazi Kuzeylilerin merkezi haline gelir. Ölü sayısı artınca 1864 yılında Savaş Bakanlığı arazinin bir kısmına el koyar ve mezarlık olarak kullanılmaya başlanır. Savaş sonrası Lee ailesi arazinin hepsini bakanlığa bağışlar. Lee’nin evi olduğu gibi korunmuş ve ziyarete açık.



Burası çeşitli savaşlarda görev yapmış veya şehit olmuş askerlerin gömüldüğü 400.000 den fazla mezarın bulunduğu büyük bir mezarlık. İç savaş, Birinci Dünya Savaşı, İkinci Dünya Savaşı, Vietnam Savaşı, Irak Savaşı, Afganistan Savaşı … gibi değişik bölümleri var. 1963 yılında John F.Kennedy öldürülüp buraya gömüldükten sonra herkesin dikkatini daha çok çekiyor. İnanılmaz derece düzenli ve bakımlı olan bu mezarlığın ziyaretçi sayısı da bir o kadar inanılmaz. Kennedy’den başka burada yatan bir diğer Amerikan Başkanıda William Taft, başka hiçbir başkanın mezarı yok.



İkinci durak “Holocaust Museum”. İçeri adımınızı atar atmaz mimarisiyle sizi sıkan, sanki o dönemlerde yaşanan sıkıntıları hissettiren bir müze. Tam bir belgesel gibi. Dördüncü katta, 1930 Almanya’sındaki ekonomik ve politik durumu anlatarak, Hitler’in nasıl başa geçtiğini ve 1933 – 1945 arası Alman yetkililerin “ırksal olarak kendilerinden daha aşağıda” gördükleri yaklaşık altı milyon insanı nasıl toplama kamplarına gönderdiği, eziyet ettiği ve öldürdüğü kısa filmler, fotoğraflar ve röportajlarla anlatılıyor. Aşağı katlara inildikçe, savaş sonu kamplardan kurtulanlarla yapılan röportajlar, dönemin gazete başlıkların oluşan bölümlerle karşılaşıyorsunuz. Müze o kadar sıkıyor ki, ama yine de bu tarihi gerçekleri biraz daha okumak istiyorsun, ama kalabalıktan kuyruk hiç ilerlemiyor. Buraya hafta içi daha sakin bir zamanda gelmek gerekir.

Bu gün öğrendim ki; “Holokost” Yunan kökenli bir sözcük olup, “ateş başında kurban etmek” anlamına gelirmiş.

26 Ekim 2014

25.10.2014 Cumartesi


Dört haftamız bitti. Bakalım neler oldu…

-        Öğrendim ki; Bedava interneti olan Starbucks’larda kahve içmeden de oturup mesajlarıma bakabilirim.
-        Öğrendim ki; Kuaförsüz hayat benim için çok zormuş
-        Öğrendim ki; Bulaşık makinesi tam dolmasa da çalıştırılabilirmiş

-        Anladım ki; Artık Amerikalılarda eskisi kadar çok kitap okumuyor. Eskiden metroya bindiğimde vagondaki insanların yüzde 60 – 70’i kitap okurdu. Bir durak için binmiş olsa bile üşenmez, çantasından kitabını çıkarır 1-2 sayfa bile olsa okurdu. Şimdi çoğunluk telefonu ile vakit geçiriyor metroda. Kitap okuyan 1-2 kişi ise elindeki tabletten okuyor, yani bildiğimiz kitap taşıyan bir kişi ya da hiç. Demek ki bu akıllı telefonlar ne kadar çok hayatımızı ele geçirmiş. Bu dönemde telefon teknolojisini elinden geldiğince kullanan ben, çok memnunum ama doğru mu bu kadar bağımlı olmak diye de düşünüyorum…


Meğerse; 

-        Unutmuşum; Kredi kartı alışverişlerinde pin numarası kullanılmadığını. Alışverişiniz bitince önünüzde duran ekranın yanından kartınızı geçiriyorsunuz. Genelde istemiyor ama imza isterse ekranın üstünü imzalıyorsunuz.

-        Unutmuşum; Parklarda, kaldırımlarda uyuyan bu kadar çok evsiz olduğunu.

25 Ekim 2014

24.10.2014 Cuma


Bugün müze günü.. Yine turist oldum.. Boynumda fotoğraf makinem yürümeye başladım.. Sonbaharda güneşin ışınlarının eğimi o kadar güzel ki, gördüğüm her şeyi fotoğraflayarak ilerledim. İlk durak “National Museum of Women in the ARTS”. Dünyanın her bölgesinden kadın sanatçıların eserlerinin yer aldığı bir müze, New York Avenue üzerindeki Magdelena Abakanowicz’nin “ Walking Figures” adlı heykeli ile karşılıyor sizi.
Müzenin binası 1907 yılında Mason tapınağı olarak yapılmış. 1983 yılında satın alınan bina uzun bir renovasyondan sonra müzeye dönüşmüş. Onaltıncı yüzyıldan günümüze kadar eserleri kapsayan müzeyi gezince sadece bildiğim, sanatçı Frida Kahlo oldu. “SelfPortrait dedicated to Leon Trotsky” , sanatçının 1937 yılında Rusya’dan sürgün edilen Troçki’yi evinde misafir ettiği dönem yaptığı bir resim.




Kısa bir öğlen yemeği ve hızlı bir “Chinatown” turundan sonra sırada aynı binada yer alan “National Portrait Gallery” ve “American Art Museum”. Yapımı uzun yıllar süren bu görkemli bina 1865 yılında Abraham Lincoln’un başkan seçildiğinde kutlama balosu yapıldıktan iki yıl sonra müze olarak halka açılır.
Müzenin bahçesindeki Roy Lichtenstein’a ait “Modern Head” isimli heykelin bir hikâyesi var. Sanatçının ölümünden bir yıl önce, 1996 yılında Dünya Ticaret Merkezin’e bir sokak ilerideki “Battery Park”a konan bu heykel 9/11 saldırılarından ufak tefek sıyrıklarla kurtulur, çevredeki yeniden onarım çalışmalarından zarar görmemesi için 2001 yılının Kasım ayında buraya getirilir.


Amerikan başkanlarının portrelerinin yer aldığı bölüm pek ilgimi çekmese de “Face Value: Portraiture in the Age of Abstraction” çok ama çok güzeldi, ne yazık ki fotoğraf çekmek yasaktı. “Time Covers the 1960s” ise o yıllarda Time dergisi kapağı için çizilmiş grafikler veya dergi kapağından etkilenip resim yapmış ressamların eserlerinden oluşan güzel bir sergiydi. Lichtenstein’ın 1968 yılında yaptığı “Robert Kennedy” resmi, efsanevi müzik grubu Beatles’ın heykelleri muhteşemdi.



“American art Museum” tarafında ise ikinci kattaki “Modernism” ve “Impressionism” bölümleri en çok ilgimi çeken bölümler oldu; Roy Lichtenstein, Georgia O’Keffee, Arthur Dove hep sevdiğim isimler.. Şubat ayına kadar sürecek olan Richard Estes’ sergisine geldiğimde artık ayakta duracak halim kalmamıştı. Müzenin muhteşem bahçesinde (üstü cam ile kaplı içinde kocaman ağaçları ve kafeteryası olan yer (museum courtyard)) dinlenmeme rağmen, sergiyi istediğim gibi gezemeyeceğime karar verince metro ile eve döndüm.



23.10.2014 Perşembe


John F. Kennedy Memorial Center for the Performing Arts” kısaca “The Kennedy Center” şehrin konser, müzikal, bale ve opera merkezi. Potomac nehri kıyısında 1958 yılında kurulmuş. Geldiğimiz günlerde başlayıp geçen hafta sonu biten “Evita” müzikaline ayarlanıp bir türlü gidemedik. Puccini’nin “La Bohéme” operası ise biz gittikten sonra başlayacak, bu arada olan performanslar ise pek ilgimizi çekmedi.

Kennedy Center’ın “Millennium Stage” adlı sahnesinde her gün saat altıda bir saatlik ücretsiz bir gösteri oluyor. Bu günde “ La Bohéme”in bazı aryalarının söyleneceği bir performans olduğunu öğrenince gitmeye karar verdik. Yarında Ukraynalı sanatçı “Gerdan”ın folk şarkılardan oluşan bir konseri var.

Kennedy Center’a ulaşım çok kolay. “Foggy Bottom” metro durağından her 15 dakikada bir sabah dokuzdan akşam son performansa kadar ücretsiz kırmızı otobüsler çalışıyor, üniversiteden de yürüyerek15 dakika mesafede.

Performans son sandalyesine kadar doluydu. Genelde gençler ve altmış yaş üstü insanlar doldurmuştu salonu. Sunucunun her aryadan önce verdiği bilgilerle opera sahnesini ve ortamı gözünüzün önünde çok güzel canlandırabiliyorsunuz, tek eksik olan sanatçıların kostümleri, o da sizin hayal gücünüze kalmış. Bu kısa performansı beğenenler bilet alıp yakında başlayacak operaya gidebilirler.

Bizim AKM’nin senelerdir boş durdurduğunu, orada ne güzel opera ve bale gösterilerine gittiğimi hatırlayınca içim sızladı.

23 Ekim 2014

22.10.2014 Çarşamba



Dün Süleyman ile buluşmak için okula gittiğimde bu manzara ile karşılaştım. GWU iki yeni bina almış ama onların eski dış cephelerini (fasadlarını) tutarak arkasını yeniden inşa etmek istediğinden, dış cepheleri askıya almış ve çok enteresan bir görüntü ortaya çıkmış. Bakalım bittiğinde nasıl bir görüntü olacak. Bir arkadaşıma bittiğinde fotoğrafını çekip göndersin diye rica etmeliyim.

GWU aslında bildiğimiz üniversiteler gibi değil. Şehrin tam göbeğinde, Beyaz Saray’a 3 blok, Dünya Bankasına 2 blok uzaklıkta, 5 blokluk bir alanda üzerinde üniversitenin bayrağı olan binalardan oluşuyor. Yani bildiğiniz anlamda sınırları olan bir kampusu yok. Ama Tıp Fakültesi, Mühendislik Fakültesi, Hukuk Fakültesi, Güzel Sanatlar Fakültesi gibi bölümlerine devam eden 20.000 den fazla talebesi var. George Washington’un vasiyeti üzerine 1821 yılında kurulmuş özel bir üniversite.
Aslında yalnız üniversitede değil, Washington DC’nin değişik yerlerinde eski ile yeninin birleşimi çok güzel binalar görmek mümkün. Tabii ki bizdeki tarihi binalar gibi değil, çünkü DC İstanbul’a nazaran çok genç bir şehir. İç savaştan sonra, 1790 yılında Kongre Potomac Nehri yakınlarında bir ulusal başkent kurulmasına karar verir. Herhangi bir eyaletin sınırları içinde yer almasının o eyalete çok büyük bir ayrıcalık sağlayacağı düşüncesiyle bu kent District of Columbia denilen özel statüde bir bölge olarak kabul edilir. Kendi başına bir eyalet değildir ve hiçbir eyaletin sınırları içinde yer almaz. Direkt olarak federal devlete bağlıdır. Maryland ve Virginia eyaletleri tarafından feragat edilen toplam 260 km2 arazide kurulur. Daha sonra önceden bu bölgede var olan iki yerleşim de yeni bölgenin topraklarına dâhil edilir; 1751’de kurulmuş olan Georgtown, Maryland ve 1749’da kurulan Alexandria, Virginia. Ağırlıklı olarak tarihi binalar da bu iki bölgede bulunur. Beyaz Saray çevresindeki, bakanlıklar ve hükümet binalarının birbirlerine uyumlu mimarilerinin yanı sıra şehrin içine ilerledikçe otellerin, banka merkezlerinin daha modern mimarileri olduğu görülür.
DC’nin iki eyalet arasında kalmış küçük bir eyalet olduğunu en çok metrodayken anlıyor insan. Şehrin merkezindeki bütün metro yollarının keşiştiği “Metro Center”dan metroya binip 7 durak kuzeye gidince Maryland’e geçiyorsunuz, 6 durak güneye gidince Virginia’da buluyorsunuz kendinizi.