Bu hafta sonu yine
turist olduk, çünkü DC’de son haftasonumuz. Şansımıza hava iki günde
muhteşemdi, pırıl pırıl bir güneş, masmavi bir gökyüzü, sonbaharın inanılmaz
renkleri; yeşili, sarısı, kırmızısı, bordosu, ...
Cumartesi sabahı
ilk durak “Arlington National Cemetery”. DC sınırlarından çıktıktan sonraki
Virginia eyaletinde mavi metro hattında ilk durak.
Ortam o kadar güzel
renklerle donatılmıştı ki, kendimi mezarlıkta değil de çok güzel bir ormanda
hissettim, etrafımda çok muntazam dizilmiş beyaz mezar taşları olmasına rağmen.
Biraz tarihine
bakarsak; bu arazi zamanında George Washington’un oğluna aitmiş, öldüğünde kızı
Mary Ann’e kalmış. Mary Ann iç savaşta Güneyin komutanı Robert Lee ile evlidir.
Savaş başlayınca çift burayı terk eder ve arazi Kuzeylilerin merkezi haline
gelir. Ölü sayısı artınca 1864 yılında Savaş Bakanlığı arazinin bir kısmına el
koyar ve mezarlık olarak kullanılmaya başlanır. Savaş sonrası Lee ailesi
arazinin hepsini bakanlığa bağışlar. Lee’nin evi olduğu gibi korunmuş ve
ziyarete açık.
Burası çeşitli
savaşlarda görev yapmış veya şehit olmuş askerlerin gömüldüğü 400.000 den fazla
mezarın bulunduğu büyük bir mezarlık. İç savaş, Birinci Dünya Savaşı, İkinci
Dünya Savaşı, Vietnam Savaşı, Irak Savaşı, Afganistan Savaşı … gibi değişik
bölümleri var. 1963 yılında John F.Kennedy öldürülüp buraya gömüldükten sonra
herkesin dikkatini daha çok çekiyor. İnanılmaz derece düzenli ve bakımlı olan
bu mezarlığın ziyaretçi sayısı da bir o kadar inanılmaz. Kennedy’den başka
burada yatan bir diğer Amerikan Başkanıda William Taft, başka hiçbir başkanın
mezarı yok.
İkinci durak
“Holocaust Museum”. İçeri adımınızı atar atmaz mimarisiyle sizi sıkan, sanki o
dönemlerde yaşanan sıkıntıları hissettiren bir müze. Tam bir belgesel gibi.
Dördüncü katta, 1930 Almanya’sındaki ekonomik ve politik durumu anlatarak, Hitler’in
nasıl başa geçtiğini ve 1933 – 1945 arası Alman yetkililerin “ırksal olarak
kendilerinden daha aşağıda” gördükleri yaklaşık altı milyon insanı nasıl
toplama kamplarına gönderdiği, eziyet ettiği ve öldürdüğü kısa filmler,
fotoğraflar ve röportajlarla anlatılıyor. Aşağı katlara inildikçe, savaş sonu
kamplardan kurtulanlarla yapılan röportajlar, dönemin gazete başlıkların oluşan
bölümlerle karşılaşıyorsunuz. Müze o kadar sıkıyor ki, ama yine de bu tarihi
gerçekleri biraz daha okumak istiyorsun, ama kalabalıktan kuyruk hiç
ilerlemiyor. Buraya hafta içi daha sakin bir zamanda gelmek gerekir.
Bu gün öğrendim ki;
“Holokost” Yunan kökenli bir sözcük olup, “ateş başında kurban etmek” anlamına
gelirmiş.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder