27 Ekim 2014

26.10.2015 Pazar

Bu hafta sonu yine turist olduk, çünkü DC’de son haftasonumuz. Şansımıza hava iki günde muhteşemdi, pırıl pırıl bir güneş, masmavi bir gökyüzü, sonbaharın inanılmaz renkleri; yeşili, sarısı, kırmızısı, bordosu, ...
Cumartesi sabahı ilk durak “Arlington National Cemetery”. DC sınırlarından çıktıktan sonraki Virginia eyaletinde mavi metro hattında ilk durak.
Ortam o kadar güzel renklerle donatılmıştı ki, kendimi mezarlıkta değil de çok güzel bir ormanda hissettim, etrafımda çok muntazam dizilmiş beyaz mezar taşları olmasına rağmen.


Biraz tarihine bakarsak; bu arazi zamanında George Washington’un oğluna aitmiş, öldüğünde kızı Mary Ann’e kalmış. Mary Ann iç savaşta Güneyin komutanı Robert Lee ile evlidir. Savaş başlayınca çift burayı terk eder ve arazi Kuzeylilerin merkezi haline gelir. Ölü sayısı artınca 1864 yılında Savaş Bakanlığı arazinin bir kısmına el koyar ve mezarlık olarak kullanılmaya başlanır. Savaş sonrası Lee ailesi arazinin hepsini bakanlığa bağışlar. Lee’nin evi olduğu gibi korunmuş ve ziyarete açık.



Burası çeşitli savaşlarda görev yapmış veya şehit olmuş askerlerin gömüldüğü 400.000 den fazla mezarın bulunduğu büyük bir mezarlık. İç savaş, Birinci Dünya Savaşı, İkinci Dünya Savaşı, Vietnam Savaşı, Irak Savaşı, Afganistan Savaşı … gibi değişik bölümleri var. 1963 yılında John F.Kennedy öldürülüp buraya gömüldükten sonra herkesin dikkatini daha çok çekiyor. İnanılmaz derece düzenli ve bakımlı olan bu mezarlığın ziyaretçi sayısı da bir o kadar inanılmaz. Kennedy’den başka burada yatan bir diğer Amerikan Başkanıda William Taft, başka hiçbir başkanın mezarı yok.



İkinci durak “Holocaust Museum”. İçeri adımınızı atar atmaz mimarisiyle sizi sıkan, sanki o dönemlerde yaşanan sıkıntıları hissettiren bir müze. Tam bir belgesel gibi. Dördüncü katta, 1930 Almanya’sındaki ekonomik ve politik durumu anlatarak, Hitler’in nasıl başa geçtiğini ve 1933 – 1945 arası Alman yetkililerin “ırksal olarak kendilerinden daha aşağıda” gördükleri yaklaşık altı milyon insanı nasıl toplama kamplarına gönderdiği, eziyet ettiği ve öldürdüğü kısa filmler, fotoğraflar ve röportajlarla anlatılıyor. Aşağı katlara inildikçe, savaş sonu kamplardan kurtulanlarla yapılan röportajlar, dönemin gazete başlıkların oluşan bölümlerle karşılaşıyorsunuz. Müze o kadar sıkıyor ki, ama yine de bu tarihi gerçekleri biraz daha okumak istiyorsun, ama kalabalıktan kuyruk hiç ilerlemiyor. Buraya hafta içi daha sakin bir zamanda gelmek gerekir.

Bu gün öğrendim ki; “Holokost” Yunan kökenli bir sözcük olup, “ateş başında kurban etmek” anlamına gelirmiş.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder