31 Ocak 2015

31.01.2015 Cumartesi

Bugünkü planımız “North Stradbroke Island”a gitmek. Önce “Noosa”, sonra “Fraser Island” için planlar yaptık ama günübirlik buraların değmeyeceğine karar verdik, çünkü yol tahminimize göre dört saat sürecekti. Onun için hem bize daha yakın, hem gitmesi daha rahat, hem de gezi kitaplarında muhteşem fotoğrafları olan bu adaya karar verdik. Üstelik haritaya bakınca çok ilginç bir görüntüsü var ince uzun bu adanın. Sanki anakaradan ayrılmak istememiş zorla koparılmış ve ikisinin arasında bu kopuş sırasında bir sürü minik adacıklar oluşmuş.
Trenle Cleveland’a, oradan hızlı tekne ile adaya gittik. Teknenin varış saatine göre ayarlanmış otobüse binip “Point Lookout” denilen yerde indik. Tepede özel yapılmış yürüme yolundan (yaklaşık üç kilometre kadar) yürüyerek bembeyaz hırçın dalgaları,  masmavi denizi, geniş kumsalı, dalgalara direnen kayaları fotoğrafladık. Bir an görünüp hızla kaybolan altı yunus da günümüzü neşelendirdi. Aslında bu ada balinaların göç yolu üzerindeymiş, ama biz göremedik çünkü göç mevsimi nisan – temmuz arası imiş. Bu dalgalar sörf yapanlar için muhteşem ama sörfçüleri ayakta da fazla göremedik, tahtalarının üstünde daha sakin bir dalga beklemekle geçiyordu zamanları.

Güzel bir yemekle ve buz gibi bir birayla kendimize geldikten sonra plaja gittik. Brisbane civarındaki üçüncü deniz maceramız ama yine aynı şeyle karşılaştık. Adadaki üç plaja da yüzemeyiz diye girmeyip, sonunda dördüncüde, Cylinder Beach’te kalmaya karar verdik. Şemsiye yok, şezlong yok, dalga çok sert, rüzgâr sersemletecek kadar çok esiyor. Yine yüzemedik, dalgalarla oynadık, ıslandık, sonrada piknik alanındaki banklarda dinlendik. Türkiye’deki deniz keyfi burada olmuyor. Ama görüntü ve manzara muhteşem, bir de keyifle yüzülebilse.

Ana Plaj:


30 Ocak 2015

30.01.2015 Cuma

Dün ve bugün Süleyman okulda ben alışverişte geçirdik. Dönüş yaklaşınca ‘eyvah hiç hediye alamadım’ stresi başladı. Dün burada çok güzel bir sokak keşfettim, “James Street”. Bizim Nişantaşı gibi, küçük şık butikler ve kafeler var. “Queen Street”in aksine sakin ve keyifli.

Bugünün en keyifli zamanı ise saat beş gibi evde buluştuktan sonra başladı. Yürüyüş yapmak için nehrin bir başka kıyısına, “Kangaroo Point”e gitmek için tekneye binip karşıya geçtik. Yürüyenler, bisiklete binenler, piknik yapanlar, güneş batışını seyredenler dışında bir de kaya tırmanışı yapanlar vardı. 

Nehir boyunca epeyce yürüdükten sonra önümüze çıkan dik merdivenlerle yukarıya çıkınca şehri kuşbakışı gördüğümüz muhteşem bir manzara ile karşılaştık. Tepede de onlarca seyir terası, çocukların oyun alanları ve kocaman bir park vardı. Burada her şey insanlar için planlanmış sanki. İki saatlik keyifli bir yürüyüşün sonunda güneşi batırıp eve döndük. Duş ve arkasından “Jelly Fish”de keyifli bir akşam yemeği.



28 Ocak 2015

28.01.2015 Çarşamba

Brisbane nehri oldukça uzun. Bütününde değil ama merkez ile banliyöler arasında üç ayrı tekne seferleri var; City Cat, City Ferry ve City Hopper(Ücretsiz). Biz bugün nehrin Okyanus’a döküldüğü yere en yakın giden City Cat’e binip son durak Hamilton’a kadar giderek tam bir nehir turu yaptık. 45 dakika süren gidişimiz çok keyifli idi, gerçi fotoğraf çekmek için uygun bir hava değildi çok bulutlu idi ama çok sıcak olmadığından teknenin açık bölümünde terlemeden oturduk. Kıvrıla kıvrıla giden nehrin kenarındaki evlerin mimarileri şehrin iç kısımlarındaki banliyölerde gördüklerimizden çok daha güzel ve modern. Genelde evlerin önünde teknelerini bağlayacakları küçük özel iskeleleri de var.



Hamilton yeni gelişmekte olan bir banliyö. Yeni yapılmakta olan çok bina vardı. Denize en yakın nokta olduğundan sanırım nehrin en derin yeri burası. İskelede kocaman bir tur gemisi vardı. İskelenin kenarında çok güzel lokantalar vardı. Ama aynı Karaköy gibi turistik yolcu gemisi bağlı olduğundan nehri görmeden yemeğimizi yedik.

Yemekten sonra tekneye binip bu sefer “South Bank”te inip Modern Sanat Müzesine(QAGOMA) gittik.
 Avustralyalı sanatçı Tracey Moffat’ın kişisel sergisi dışında  “Japanese Art After 1998” isimli farklı Japon sanatçıların eserlerinden oluşan güzel bir sergi vardı. Shigeyo Toya’nın “Woods” isimli eseri.



Tomoko Koshiki’den “I am a Rock”.



Müzeden çıkınca daha öncede bahsetmiş olduğum yayalar için yapılmış köprülerden biri olan “Kurilpa Bridge”den geçip şehir merkezine geldik.




Eve yürüyerek dönerken Anzac Meydanındaki “Anzac Memorial”ın gökdelenler tarafından nasıl kuşatıldığını görmek ilginç oldu. Bir zamanlar bu meydan şehrin merkezi imiş. Önündeki İstasyon Merkezi (Central Station) hala eski halini koruyor ve onun devamını olan bina şu anda Sofitel Otel olmuş ama kırmızı tuğlalı hali ile bu camlı gökdelenlere güzelliği ile meydan okuyor. Aynen karşısındaki saatli sarı binası ile Merkezi Postane gibi. Sanırım zamanında bu meydanda İngilizlerden kalan çok bina vardı ama şimdi parmakla sayılacak kadar az.



27 Ocak 2015

27.01.2015 Salı



Süleyman ile birlikte çıktık. O okula ben alışverişe. Trafiğe kapalı “Queen Street Mall”da yeralan David Jones, Myer, Cue, vd mağazalarını dolaşmaya. Sıkılınca bir arka caddeye geçtim. Şehrin sembolü olan “City Hall”e girdim. 1930 yılında yapılmış bu binanın saatli kulesi zamanında şehrin en yüksek binasıymış. Şimdi oldukça kısa kalmış. Binanın üçüncü katı müze olarak düzenlenmiş. İlk bölümünde eski fotoğraflarla zenginleştirilmiş Brisbane şehrinin kuruluş hikâyesini anlatan daimi bir sergi vardı. İçerideki salonda ise “Golden Age of Hollywood” isimli genelde 1960’lı yıllarda çekilmiş filmlerde kullanılan kostümlerin sergilendiği güzel bir sergi vardı. Kostümlerin kullanıldığı filmlerden kısa bölümler de sergiyi destekliyordu. Başarısız bir alışveriş turunun arasında böyle bir mola vermek keyifli oldu.



Akşamüstü nehir kenarında yürüyüş yapmak için aşağıya indiğimizde sağ yerine sol tarafa döndük ve on dakika sonra kendimizi “New Farm” denilen farklı bir bölgede bulduk. Bu şehrin en sevdiğim tarafı nehrin kenarına çok güzel yürüyüş parkurları yapılmış. Sanırım şehrin bir noktasından başlayıp bütün şehri yürüyerek dolaşabilirsin nehir boyunca, bazı yerlerde sırf yayalar ve bisikletler için olan köprüler bile var. Aslında insanlar da hakkını veriyorlar. Gün boyu buralar dolu oluyor. Bilhassa iş çıkışlarında bisiklet sayısında artış çok oluyor. Şehir sanki içinde spor yapma imkânı çok olan kocaman bir park gibi. Dinlenip, eğlenip, spor yapıp, hoşça vakit geçirdiğin bir rekreasyon alanı gibi. “New Farm” bizim bölgenin aksine genelde tek katlı bahçe içinde evler veya 3-4 katlı apartmanların yer aldığı şirin bir yerleşim bölgesi ve şehrin merkezine bu kadar yakın. Araba almadan tekneyle hemen karşıya geçip, işine gidebilir. 


Bu şehrin en sevmediğim tarafı ise yazın saat yedide akşam olması, çünkü saatleri yazın ileri almıyorlar.  İstanbul’da biz alışığızdır, yaz mevsiminde saat dokuzdan önce hava kararmaz. Dönüş yoluna geçtiğimizde güneş battığından karşı kıyı karanlık gözüküyordu.


26 Ocak 2015

26.01.2015 Pazartesi


Bugün “Avustralya Günü”. Nasıl başlamış bu gün diye biraz araştırdım. Kısaca;

1770 yılında James Cook Avustralya'nın doğu sahillerinde yolculuk yapmış, bölgenin haritasını çıkarmış, “New South Wales” adını verdiği bölgeyi Britanya topraklarına kattığını ilan etmiş. Seferler sonucu yapılan keşifler, kıtanın sömürüsü için, hızla mahkûmların ve tutukluların işçi olarak çalıştırıldığı kolonilerin kurulmasını sağlamış. Britanya Denizaşırı Kolonileri kıtada ilk kez New South Wales kolonisi ile 26 Ocak 1788'de Kaptan Arthur Philip tarafından Port Jackson’da bir yerleşim yeri oluşturulması ile başlamış. Bu tarih daha sonra Avustralya'nın ulusal günü ilan edilmiş (Australia Day). Bazı yerlerde bunun “istila günü” olduğu düşünülüp kutlanmamış. Bütün eyaletlerin bunu kabul etmesi 1935 yılına kadar sürmüş. 1994 yılında ise 26 Ocak resmi tatil olarak ilan edilmiş.

1 Ocak 1901’de tüm kolonilerin birleşmesi ile Britanya Krallığın yönetiminde Avustralya Kraliyet Devleti kurulur. Avustralya ve Birleşik Krallık arasındaki birçok yasal bağlantı, Avustralya'nın 1942 yılında, “1931 Westminister Yasası”nı kabul etmesi ile resmen son bulmuş. Buna rağmen Avustralyalı seçmenler 1999'daki referandumda % 55 çoğunlukla cumhuriyet yönetimine geçmeyi reddetmişler. Bugün ülke hâlen sembolik olarak Kraliçe II. Elizabeth’e bağlı anayasal monarşik parlamenter bir sistemle yönetilmekte.




Bu sene 26 Ocak Pazartesi’ye rastladığından haftasonu ile birleştirip tatile gidenler olmuş. Televizyonda gösterdiğine göre, genelde her şehirde eğlenceler düzenleniyor, insanlar piknik yapmaya veya sahilde denize girmeye gidiyor, akşamları havai fişek gösterileri oluyor. Brisbane’de “Australia Day” kutlamaları South Bank’te olacak diye bizde oraya gittik. Parka girişte asılan programa bakınca meğerse üç günlük bir program yapıldığını ve havai fişek gösterilerinin dün akşam olduğunu görüp üzüldük. Parkın içinde 4 farklı sahne kurulmuştu ve konserler vardı. Ayrıca sahilde kurulmuş tezgâhlarda farklı hediyelik eşyalar satılıyordu. İnsanlar çimenlerde güneşleniyorlar, barbekü alanlarında piknik yapıyorlardı. Tam bir panayır görünümü vardı, ama kaos yoktu. Keyifli idi.

Yorulunca gelen tekneyle şehre döndük. Teknede iken nehrin renginin çok kahverengi olduğunu düşündük. Bu şehrin can damarı, sosyal hayatına, görünüşüne, güzelliğine büyük katkısı olan nehir neden bu renk? Her sabah penceremden bakınca suyu görmek hoşuma gidiyor ama hep kirli gibi. Biz nehrin denize döküldüğü bölgeden de oldukça uzağız, nehir genelde de dalgasız, sanırım çok derin değil bu yüzden rengi kahverengi.

Dinlenip akşam sahilde yemeğe gitmeye gidince komik bir sürprizle karşılaştık. Lokantaların çoğu kapalıydı. İnsanlar bütün gün dışarıda olunca kimse akşam gelmiyor diye erken kapatırlarmış meğerse. “Jade Budha”da nadir açık lokantalardan biriydi, tenha olması işimize yaradı, nehir kenarındaki güzel bir masaya oturup balığımızı yedik.

25 Ocak 2015

25.01.2015 Pazar

Bugün planımız denize girmek. Geçen hafta güneyde “Gold Coast”a gitmiştik, bu sefer kuzeye Moreton Bay bölgesinde bize önerilen “Sutton Beach”e gitmek istedik. Süleyman bu işi çok iyi öğrendi. “translink.com.au” sitesine girip gideceğimiz yeri yazdığı zaman hangi otobüse veya trene binerek gideceğimizi çok güzel veriyor. İlk defa gittiğimiz bir yerde araba kiralamaya korkuyoruz, çünkü trafik bize ters yönden akıyor. Yoksa insanlar, kurallara ve ışıklara hep uyuyorlar. Ama burada ulaşım çok rahat. Tren için normal ama otobüs bile duraktaki tarifede yazan saatte geliyor (nasıl oluyor hâlâ anlamadık) ve her zaman, her saatte oturacak yer var, tek sorun çok soğuk olmaları.

Trenden “Sandgate”de iniyoruz, gerçi burada da plajlar var ama bize söylenen “Red Cliff”e gitmek için bir otobüse biniyoruz. Otobüs sahil şeridini takip ediyor. Bu bölge Gold Coast’un aksine turistik değil, genelde yaşlılar ve küçük çocuklu aileler var. Kumsalı dar ama kumsalın arkasında geniş bir çim alan yapılmış. Herkes buraya çadır kuruyor veya şezlong koyup güneşlenebiliyor. Denizde koyun önündeki Moreton adasının dalgayı kırması nedeniyle Gold Coast’daki gibi büyük dalgalar yok, bu yüzden çocuklar daha rahat giriyor.




Gökdelenler veya büyük otellerde yok, genelde tek katlı bahçeli yazlık evlerin olduğu bir yerleşim. Gold Coast’da nerede yiyeceğimize karar verememiştik, burada ise fazla seçenek yoktu. İnsanlar genelde yemeklerini evden getirmiş, çimenlerde piknik yapıyordu.

Hava çok sıcaktı ama sert bir rüzgâr vardı o yüzden deniz hiç cazip gelmedi. Kalamar tava yiyip, biramızı içtik ve keyif yaptık. 

24 Ocak 2015

24.01.2015 Cumartesi

"Mount Coot-tha Lookout"tan Brisbane Şehri




Yaşasın bugün güneşli bir sabaha uyandık. Dün yağmur yağınca güneşin kıymetini anladık.
Brisbane’de ki ikinci haftasonumuz. Bugünkü planımız şehrin batısındaki “Mt. Coot-tha Lookout”, yani buranın en yüksek dağı olan “Coot-tha”ya çıkıp şehre yukarıdan bakmak. En yüksek dediysem deniz seviyesinden sadece 287 metre yüksek. Brisbane çok düz bir şehir olunca, bu dağda tam şehre karşıdan bakınca buraya bir seyir terası kurulmuş. Şehre bakınca sadece bizim oturduğumuz şehrin merkezinde gökdelenler var, banliyölerde ise genelde bahçeli iki katlı evler var. Ama bir kere daha anladık ki bu şehir çok yeşil, şehrin kendisi sanki bir büyük Botanik Bahçesi.
Eskiden bu bölge Aborijinlerin yerleşim bölgesi imiş ve bu dağa bal toplamak için çıkarlarmış. Aborjin dilinde “coot-tha” bal demekmiş, burası da bal dağı olarak bilinirmiş. Manzarayı seyredip, nehri takip edip denize döküldüğü “Moreton Bay”i bile görebildik.
Gelen otobüse atlayıp, dağın eteklerinde kurulmuş, şehrin ikinci Botanik Bahçesini de gezdik. Ben bu bahçeleri gezmeyi seviyorum, doğa o kadar sürprizlerle dolu ki, bilmediğimiz bir sürü ağaç, çiçek ve kuş öğrendik.


Bahçenin vakur ve sessiz sürüngenleri her boyunu gördüğümüz kertenkelelerdi ( Eastern Water Dragon)

Botanik Bahçesinin yanında “Sir Thomas Brisbane Planeterium” vardı fakat sıcaktan gezecek halimiz kalmamıştı. Ama öğrendik ki; 1821 – 1825 yılları arasında “New South Wales” (Sidney ve civarı) bölgesinde valilik yapan Sir Brisbane astronom olduğundan Avustralya’nın ilk rasathanesini 1822’de Paramatta’da kurmuş. Koloninin askerleri 1824 yılında kuzeye gelip nehir kenarına yeni bir yerleşim bölgesi kurduklarında buraya Brisbane ismini vermişler. 1978 yılında kurulan bu rasathane’ye de yine ismi verilmiş.

23.01.2015 Cuma


Sıcaktan şikâyet ederken bu sabah yağmurlu bir sabaha uyandık. Hem de ne yağmur aynı Singapur’daki Muson yağmurları gibi. Yaza gidiyoruz denize gireceğiz derken ani bir sonbahara geçiş oldu. Umarım fazla uzun sürmez.
Süleyman okulda semineri olduğundan mecburen gitti. Akşamüstü sinemaya gitmeye karar verdiğimizden bende spor yapıp toparlanıp merkeze yürüyüp mağazaları dolaştım.
Süleyman ile üniversite dönüşü “Queen Street”de buluşup yürüyünce, Süleyman fark etti ki; şehrin merkezindeki caddelere hep İngiltere kral ve kraliçelerinin adı verilmiş. Nehre paralel giden, doğu – batı yönündeki caddeler kraliçe isimleri ile adlandırılmış. En büyük caddeye Kraliçe Viktorya için Queen Street denmiş, ona paralel olanlar, Ann, Elizabeth, Mary,.. diye sıralanıyor. Nehre dik olan caddelerde ise kral isimleri var, Albert, George, William.. Biraz merkezin dışına çıkınca bu isimler değişiyor, zaten İngilizlerden kalan eski binalara daha çok bu bölgede rastlanıyor.
Sinema bileti aldığımızda şok oldum. Bilet 20,5 dolar yani 40 lira, hiç bu kadar pahalı sinemaya gitmemiştim.  Gerçek bir yaşam hikâyesini anlatan “American Sniper” isimli filme gittik. Bir savaş filmi ama arkasında düşündüren çok şeyler var. Gittiğimize memnun olduk ama sinema salonu o kadar soğuktu ki üstümüzde kazağımız olmasına rağmen çok üşüdük.

 

22 Ocak 2015

22.01.2015 Perşembe

Yaz günü üşütmek zor. Süleyman bugün yine kendini iyi hissetmediğinden evde kalıp dinlenmek isteyince, ben de bir haftadır biriken çamaşırları yıkayıp ütüledim ve sonrada iki saat spor yaptım. Bu arada bir haftamızı doldurduk. Bu sürede dikkatimi çekenler:

Bu şehirde obez yok.

Bu şehirde evsiz yok; parklarda, sokaklarda uyuyan kimse görmedim hiç.Bu şehirde içecekler çok pahalı. 1litrelik su 3,5 dolar yani7 lira. İstanbul’da 19 litrelik damacanaya 8 lira verdiğimiz düşünülürse.. Gerçi musluk suyu temiz dediler ama alışkanlık musluktan içemiyoruz. Belki burada da damacana vardır ama markette görmedim. 1 litrelik Kola 4, elma suyu 6 dolar.

Bu şehirde sokak kedisi, köpeği hiç görmedim. Merak ediyorum acaba evinde besleyen var mı? Çünkü köpek dolaştıran hiç kimse görmedim.
Bu şehirde vücudunun çeşitli yerlerine dövme yaptırmış çok insan var.Bu şehrin hem ağaçları, hem kuşları bizden çok farklı. Fırsat buldukça fotoğraflarını çekiyorum. Her akşamüstü tepemizden çığlık atarak uçan yeşil papağanları bakalım çekebilecekmiyim?

Bu şehirde çok Uzakdoğulu, bilhassa Japon var. Nüfusun yüzde kaçını oluşturuyorlar merak ediyorum. Uzakdoğulu ile evli çok Avustralyalı da var.Aslında aynı Amerika gibi zamanında çok göçmen aldığı için binbir milletten insan yaşıyor. Şehirde dolaşırken farklı lisanlar konuşan bir sürü turist olmayan insana rastlayabiliyorsunuz. İngilizce konuşanların bile şiveleri çok değişik. Avustralyalıların şivesi bana İngilizlerden bile farklı geldi, anlamakta zorlanıyorum bazen.

Bu şehirde apartmanlar hep temiz ve bakımlı diye konuşurken dün sabah perdelerimi açınca bu manzara ile karşılaştım. Adamlar ellerinde küçük bir fırça ile boydan boya gökdelenin çatlamış boyalarını tamir ediyorlardı. Allah kolaylık versin, çok tehlikeli bir iş, her gün 8 saat o ipin üstünde…





21 Ocak 2015

21.01.2015 Çarşamba

Geldiğimden beri en büyük sorunum internet. Oturduğumuz evde günlük 1GB internet kotamız var ve her öğlen yenileniyor. Ne yapıyorum bilmiyorum ama kullanmaya başladıktan iki saat sonra günlük kotanızın yüzde seksenini kullandınız, onun için internet hızınız düşürülmüştür diye bir mesaj alıyorum. Buda beni sinir ediyor, hele Türkiye’de ve Amerika’da evde veya dışarıda limitsiz kullanmaya alışmışken. Burada Starbucks’ta bile ancak içecek bir şey alırsan sana bir şifre veriyorlar ve maksimum bir saat o şifre ile bağlı kalabiliyorsun.
Bu yüzden bu sabah Süleyman ile birlikte üniversite’ye gittim. Öğlene kadar keyifli çalıştıktan sonra beraber yemek yedik ve yemekten sonra da hemen okulun bitişiğindeki Botanik bahçesinde gezindik. Brisbane Tropikal iklime sahip olduğundan bizdekilerden çok farklı ağaçlar var. Hele “Banyan” ağaçlarının heybetleri karşısında hayrete düştük.


Bu ağaçlar Hindistan orijinli.  Hintli tüccarlar kocaman gölgesinden yararlanmak için bu ağacın altında tezgâh kurarlarmış, bu yüzden Hint lisanında tüccar anlamına gelen “banyan” ismi İngilizler tarafından bu ağaçlara verilmiş. Hindu inanışına göre Brahma öldüğünde bir Banyan ağacına dönüşmüş ve ruhu bu ağaçlarda yaşıyor, bundan dolayı ağaç ne kadar büyüse de hiç kesmezlermiş. Ağaç da bir şekilde kendini korumaya alıyor, kuvvetlenen dalları kırılmasın diye aşağıya yeni kökler sarkıtıyor ve bunlar toprağa değdiğinde, sertleşip dalı destekliyor.  1870’lerde Avustralya’ya getirilmiş bu ağaçları şehrin çoğu meydanında da görmek mümkün.
Ne olduğunu bilmiyorum ama görünce şaşkına döndüğüm diğer bir bitkide bu oldu.


Tam çıkarken gördüğümüz yavrularını korumaya çalışan bu kuş ailesi bizden zarar gelmeyeceğini anlayınca fotoğraf çekmemize izin verdiler.


Türkiye ile 8 saat farkımız olduğundan çocuklarımın uyanmasını beklemek için yine biraz çalıştık. Konuşmalarımızı yapıp eve döndük.
Spor yaptıktan sonra akşam yemeği için South Bank bölgesinde yani nehrin karşı kıyısında bir Çin Lokantasına gitmeyi planladık. Belediyenin şehrin merkezinde ring seferi yapan bedava bir kırmızı otobüsü, nehirde ise yine ring seferi yapan bedava bir kırmızı teknesi var. İskelede evimize yürüyerek 3-4 dakika olduğundan bu tekne ile karşıya geçmeye karar verdik. Nehrin kıyısında yürürken yolun temizliği dikkatimizi çekti. İstanbul’da sahilde yürürken görmeye alışık olduğumuz çekirdek kabukları veya sakız kalıntıları yok, ne bir pet şişe, ne de bir çöp. Çok üzüldük memleketimizin pisliğine. Ama sanırım bu ülkede çekirdek yok!!
Oysa nehir kenarındaki bu yürüyüş yolunda yürüyenler, bisiklete binenler, kıyı boyunca sıralanmış lokanta ve barlara gelenler, karşı kıyıda değişik bölgelere giden teknelerin kalktığı üç ayrı iskeleye gelenler var. Yani gün boyu yoğun bir bölge. Ama her yer tertemiz. İnsanlar birbirine saygılı. Bedava tekneye binmek için bile kuyruğa biniyorlar, çoğusuda şık giyinmiş belli ki ya bu kıyıda bir şeyler yemiş evine gidiyor ya da karşı kıyıya yemeğe gidiyor.



20 Ocak 2015

20.01.2015 Salı

İstanbul’da son günlerimiz karlı ve genelde sıfır derece idi. Bir anda Brisbane’de nemli bir 36 derece ile karşılaşınca vücudumuz şok oldu. Hatta acaba kış mı daha güzel yaz mı diye ikilemde kaldım. Gerçi hep ilkbahar’ı sevmişimdir ama kışın çok üşüyen biri olarak ikisi arasından yaz’ı tercih ederim. Hem yaz demek tatil demek, deniz demek, uzun günler demek. Aslında dört mevsimi yaşayabilmek sanırım en güzeli, hayatımıza bir heyecan katıyor.
Tam vücudumuz sıcağa alışmışken maalesef Süleyman bu sabah hasta uyandı. Çünkü dün üniversitedeki odasında çok üşümüş. Nedense iş yerlerinde, mağazalarda ve ulaşım araçlarında klima sonuna kadar açık, iliklerine kadar üşüyorsun. Neyse ki evde klimayı kendimiz kontrol edebiliyoruz.
Dün akşam aniden bastıran “Muson Yağmuru”nun sonucu bu sabah nem kaybolmuş ve sıcaklıkta 27 derecelere düşmüş. İlk defa bugün terlemeden yürüdüm ve köprüden geçerek bizim karşı kıyımızda South Bank bölgesinde nehir kenarındaki “Queensland Art Gallery”e gittim.  Daha çok Avustralyalı sanatçıların eserlerinin bulunduğu daimi sergi bölümünün dışında, Avustralya yerlileri olan Aborijinlere ait eserler, Çin porselenleri, çok az da olsa uluslararası bazı ressamların eserleri yer alıyor. Modern Japon Baskılarından oluşan geçici sergi ise çok güzeldi. Çin porselenleri bölümünde bulunan bu büst bana çok farklı ve güzel geldi.


Müzede dolaşırken çok üşüdüğümden, üzerimde şalım olmasına rağmen, bir ara ısınmak için müzenin bahçesine çıktım. Orada bana bu kuş eşlik etti.


Geldiğimden beri her yerde karşıma çıkan kuşun resmini çekip Melbourne’de yaşayan arkadaşım Sühendan’a gönderince adının “White İbis” olduğunu öğrendim. İnternet’e girince Türkçesinin “Ak Aynak” olduğunu ve genelde tropik bölgelerde yaşadığını öğrendim. Ama insanlara çok alışıklar, parklarda, kumsalda, üniversitede, her yerde dolaşıyorlar. Uçabiliyorlar ama sanırım yürümeyi daha çok tercih ediyorlar.

Bu bölgede ayrıca büyük bir Halk Kütüphanesi, Modern Sanat Müzesi ve Kültür Merkezi var. Nehrin bu yakası, parklar, bahçeler, dinleme alanlarıyla çok güzel düzenlenmiş, bir gün burada uzun uzun yürümek gerek. Müzenin önündeki parktan şehre bakış.


19 Ocak 2015

19.01.2015 Pazartesi


Akıllı Apartmanda Yaşamak?
Yukarıdaki fotoğrafta görülen en yüksek bina benim yaşadığım “Meriton Apartments”. Hayatımda ilk defa “Residence” adı verilen 74 katlı bir gökdelende yaşıyorum. Çok akıllı bir apartmanımız var. 2402 numaralı dairemize girmek için bize verilen kredi kartı gibi anahtarı girişteki asansöre okutunca hemen ekranına etraftaki 8 asansörden hangisinin bizi en çabuk 24. kata çıkaracağını yazıyor. Henüz alışamadım ama hiçbir şeye basmadan hoop 24. kata geliyoruz. Anahtarı bu sefer kapının kilidine yanaştırınca kapımız da açılıveriyor.
5o metrekarelik bir daire olmasına rağmen içi çok güzel planlanmış. Açık mutfaklı, bir yatak odası ve bir salonu olan şirin ve pratik döşenmiş bir ev,  çok da basit değil ama her iki odanın duvarlarında zevkli tablolar bile var. Salonumuzun bir, yatak odamızın iki duvarı boydan boya cam. Önümüzdeki gökdelenlerin izin verdiği kadarıyla Brisbane Nehri ve Story Köprüsünü görebiliyoruz.
Aynı otel gibi her gün evim temizlenip, yatağım yapılıyor. Hatta masanın üzerindeki kahve bardaklarını bile bulaşık makinesine doldurup, makineyi çalıştırıp gidiyorlar. Henüz kimseyle karşılaşmadım ama merak ediyorum iki tane bardak için neden bulaşık makinesini çalıştırıyorlar?  (nedense çamaşır makinesinin yanındaki sepete koyduğum kirli çamaşırları henüz yıkamadılar!!!)

Benim gibi üç hafta burada kalacak birisi için ideal bir çözüm. Galiba uzun süre burada kalanlara da isterlerse temizlik hizmeti veriliyormuş. İşten yorgun mu geldin, hemen beşinci kata in; spor yap, saunaya gir ya da yüz. Evine gel, duşunu yap( hatta güneş batmamışsa banyo yaparken yarısı buzlu ama üst tarafı normal olan pencerenden bulutları bile seyredebilirsin).  500 metre civarındaki onlarca lokantadan birine git yemeğini ye, içkini iç.
Herşey mükemmel gözüküyor değil mi? Ama ben burada çok da uzun yaşamak istemem. Neden mi?? Camları azıcık açılıyor ve balkonu yok. Sanırım ben evimin akıllı olmasındansa hava alabilmesini tercih ederim. Haksızlık etmeyeyim her cam iki parmak kadar açılıyor, galiba binada benden başka açanda yok.
Beş gündür buradayım, benden başka katta altı daire var henüz kimseye rastlamadım. Ama benim beş katlı apartmanımda kapıyı açsan karşı komşun merhaba der, aşağıya inersin diğer komşu günaydın der, kapıcıya, bekçiye selam verirsin. Bunlar otel ev gibi, bir koridorun üstünde yedi kapı, hepsi aynı, içinde yaşayanın özelliğini yansıtmıyor.
Ama gene de haksızlık etmeyeyim. Ben şehirde yaşamayı seviyorum, bunlarda şehrin göbeğinde. Market, sinema, alışveriş merkezleri, lokantalar, otobüs, tren durakları 3-5 dakika yürüme mesafesinde. Vee en güzeli nehrin kıyısında şehrin büyük bir kısmını kapsayan yürüme parkuru var.

Brisbane’de zaten residence’da oturmasan banliyöde bahçeli evde oturman gerek, aynı Amerika’da olduğu gibi. Onda da istediğin kadar cam pencere aç ama su almak için bile arabana binip en azından on dakika uzaklıktaki markete gitmen lazım. Yürümeyi unutman gerek, hep arabana bağlısın.
Ben en iyisi şehirde, çok da akıllı olmayan balkonlu bir apartmanda yaşayayım. Yani Şaşkınbakkal’da Marmara Apartmanında..


Bu da salonumun sağdan manzarası:



18 Ocak 2015

18.01.2015

Bugün “Gold Coast”a gidiyoruz. Bu ülkede ulaşım çok rahat, dakik ve temiz. “Central Station”dan trene binip bir saat sonra “Nerang” istasyonunda inip, üç dakika sonra gelen 740 numaralı otobüse binince on dakika sonra kendinizi sahilde buluyorsunuz. Sahil önce insanı şok ediyor, çünkü önünüze sıralanmış 50 – 60 katlı gökdelenler denizi görmenizi engelliyor. Gökdelenlerin önünde iki şeritli yavaş akan bir trafik, sonra çok geniş bir kaldırımdan sonra 30-35 metre genişliğinde 50 kilometre uzunluğunda göz alabildiğince uzanan bembeyaz kumsal bir kıyı şeridi ve azgın dalgalarıyla Pasifik Okyanusu… 


Sahil halka açık, şezlong – şemsiye kiralayan veya kumsalın bir kısmını otel müşterilerine ayıran yok. Sahile konulan sarı-kırmızı bayrakların olduğu bölgelerde cankurtaranlar var. Buralarda insanlara çarpmasınlar diye surf yapmak yasak. Zaten bu dalgada yüzmek imkânsız, insanlar genelde hızla gelen dalgalara atlayarak eğleniyorlar.


Kumsalın en şirin yaratıkları uçmak yerine insanların arasında yürüyen martılar. Uçma görevini akşamüstü yeşil papağanlar yapıyor. Kumsalın en zavallıları ise dalgaların kıyıya sürüklediği Denizanaları, su çekilince oracıkta ölüveriyorlar.


Kumsal 9 ayrı plaj bölgesine ayrılmış. Biz “Surfer Paradise”da denize girdik. Burası diğer bölgelere göre daha popüler. Ama üst üste bir kalabalık yok, herkes yanındakine saygılı, kimse kimseyi rahatsız etmiyor. Kumsalda belirli yerlerde plaj voleybolu oynanıyor, arada futbol ve kriket oynayanlar var.
Apartmanların altı hediyelik eşya dükkânları, surf malzemeleri ve deniz kıyafetleri satan dükkânlar ve binbir çeşit lokanta ile dolu. Tipik bir turistik sahil şehri.
Yüksek binaları ve geniş ve uzun kumsalı ile burası bize biraz Miami’yi biraz Rio’yu anımsattı.  Ama buranın doğal yapısı çok farklı. Sahilden iki blok içeri yürüyünce geniş Nerang nehri ile karşılaşıyorsunuz. Nehir o kadar geniş ki bazı yerlerinde içinde yaşanan adacıklar var ve bunlar köprülerle kıyıya bağlanmış. Okyanusun azgın dalgalarından kaçanlar nehrin kenarındaki plajlarda da güneşlenebiliyor. Nehirde tekne trafiğide oldukça çok. Daha sonra haritaya bakınca nehrin oldukça uzun olduğunu ve aralarda bazı göller olduğunu gördük. Bu kadar su bol olunca tahmin edeceğiniz gibi her yer yemyeşil. 
Burasıda nehir tarafı;



Dikkatimizi çeken bir diğer nokta ise apartmanların çok bakımlı olduğu. Hani deniz kıyısında boya çabuk çatlar, dayanmaz filan derler ya, ne bir apartmanda, ne de bir dükkânda çatlak, patlak, paslı, pis bir şey görmedik.
Herşey çok güzeldi, keyifli idi ama günün sonunda dedik ki; bu kadar uzun sahil şeridi yerine Selimiye, Bozburun gibi küçük sahil kasabaları ve dalgalarla oynayacağın okyanus değil de uzun uzun yüzeceğin bizim Ege ve Akdeniz bize daha çok hitap ediyor.


17 Ocak 2015

17.01.2015 Cumartesi

Bugünkü programımız şehrin 12 kilometre batısında yer alan “Lone Pine – Koala Sanctuary”. Evden üç sokak ilerideki otobüs durağından bindiğimiz 445 numaralı otobüs 35 dakikada bizi Lone Pine’a getirdi. Brisbane nehrinin kenarında kurulmuş olduğundan istenirse teknelerle de gelinebiliyor buraya. Diyeceksiniz ki ne büyük nehir böyle nereye gitsen önüne çıkıyor. Gerçekten nehir şehrin atar damarı gibi, haritadan da görüldüğü gibi, şehrin tam ortasından geçiyor ve tekne seferleri yaşayanlara büyük kolaylık sağlıyor.


Lone Pine,1927 yılında nesli tükenmekte olan Koala’ları koruma amacıyla kurulmuş. Sonradan bölgeye ait diğer hayvanların katılımı ile hayvanat bahçesi olmuş, buna rağmen ağırlık Koalalar ve Kangurularda. İddialarına göre dünyada en çok Koala burada varmış. Onları doyurmak için özel bir Okaliptüs ormanları bile varmış. Çok tembel ama bir o kadar da sevimli hayvanlar.



Kangurular için ise oldukça büyük bir alan ayrılmış. Onlarca kanguru burada serbestçe dolaşıp, kendilerine uzattığınız yemleri elinizden yiyor. Karnında taşıdığı yavrusu ile zıplayarak gelip yem yiyen anne ise herkesin ilgi odağındaydı.


Bunların dışında benim en çok ilgimi çeken rengarenk papağanlar oldu.

Sıcağa ve neme rağmen çok keyifli bir gezi oldu. Duştan sonra yemek için yakınımızdaki Çin Mahallesi tercihimiz oldu.

16.01.2015 Cuma

Sabah sekizde uyandığımızda evin içi güneş dolmuştu. Pencereden bakınca önümüzdeki gökdelenlerin kenarlarından nehri görebildim. Akşam karanlığında anlamamışım meğerse Brisbane Nehrine paralel üçüncü gökdelenmişiz. Bizim apartman 74 katlı, önümüzdekiler yaklaşık 50 katlı. Biz 24. katta oturduğumuzdan manzaramız çok az, yine de aradan nehri ve de köprüyü görmek hoş oluyor. Yatak odası penceremiz ise doğuya bakıyor ve şehri görüyor. O tarafta gökdelen olmadığından önümüz daha açık.
Evimiz çok şirin. Yatak odası, salon ve açık mutfaktan oluşuyor. Planı çok güzel, birkaç tane gömme dolabı var, hatta birinin içine çamaşır ve kurutma makinesi saklanmış.
Evi keşfedip, bavulları açıp, kahvaltı yaptıktan sonra dışarı çıktığımızda bir anda sıcaktan çarpıldık. Sıfır dereceli kış mevsiminden 36 dereceli nemli bir yaz mevsimine geçmek pek kolay olmayacak sanırım.
Yürüyerek üniversiteye gidip hem de etrafı keşfetmeye karar verdik. Aslında yol 15 dakika ama terlememek için yavaş yürüdüğümüzden daha uzun sürdü. Botanik Bahçesinin kenarında geniş bir arazi üstünde kurulmuş QUT(Queensland University of Technology). Çok modern binalar, Botanik bahçesini kıskanmışçasına bakımlı bahçeler ve kenarından geçen nehirle güzel bir kampus. (Yerleşke, külliye – hangisini beğenirseniz)

Süleyman’ın işi bitince okul sınırları içinde kalan “Old Government House”u gezdik. 1859 yılında İngiltere Kraliçesi Viktoria bu bölgede “Queensland” isimli yeni bir koloni kurulmasına karar verir ve Sir George Ferguson Bowen’ı buraya Vali olarak atar.  Haritada da göreceğiniz gibi Avustralya’nın kuzeybatı bölgesi hâlâ bu isimle adlandırılmaktadır.



1862 yılında tamamlanan bu bina Valinin konutu ve çalışma ofisi olarak kullanılmış. Geçtiğimiz yıllarda yenilenen bina müze olarak kullanılmakta.



Farklı yollar deneyerek eve döndüğümüzde saat beş olmuştu. Biraz dinlenip spor salonuna indik. Yorgunluğumuzu havuzda attıktan sonra eve çıkıp giyindik. Nehir boyunca evlerin önünden giden geniş bir yürüme yolundan yürüyerek kıyı boyunca sıralanmış lokantaların hangisinde yiyeceğimize karar vermeye çalışırken gördüğümüz manzarada çok hoşumuza gitti. Sanırım içinden su geçen şehirler hep bana güzel geliyor.



Sonunda “Cha Cha Char”da birer biftek yiyip, Cuma akşamı partileri için şık giyinmiş gençlerin arasından yürüyerek eve döndük.

İlk gün için oldukça çok şey yapmışız, sanırım bu sefer “jetlag” problemimiz olmayacak.

16 Ocak 2015

15.01.2015 Perşembe

14 Kasım 2014 – 14 Ocak 2015 arası İstanbul’da kaldıktan sonra yine yol gözüktü bize… Bu sefer yolculuk Avustralya’ya..
14 Ocak sabahı saat onda evden ayrılıp 13.25 de Singapur Havayolları ile 9 saat 40 dakika süren bir uçuşla Singapur’a indik. Orkideler ve lüks dükkânlar arasında geçirilen dört saatten sonra Changi Havaalanından kalkan uçağımız 7 saat35 dakika sonra Brisbane Havaalanına indi. Avustralya saati ile 19.30, Türkiye saati ile 11.30. Havaalanından çıkıp taksi ile “Meritone Apartments”e gelip 2402 numaralı daireye girdiğimizde saat 21 olmuştu bile, yani Türkiye saati ile 13. Böylece evden eve 27 saatlik bir yolculuktu. Rahattı, servis mükemmeldi ama uzundu…

Bir anda zamanda yolculuk yapıp 8 saat ileriye geldik, hem de yaz mevsimine geldik. Dönüşte bu 8 saati geri alacağız, kışı da. 

9.11 - 14.11.2014

Bu tarihlerde San Fransisco’da idik. Süleyman konferansa gitti, ben de daha çok telefon başında idim, çünkü annemin ameliyat olması gerektiğini öğrenmiştim. Akşamları gezdik ama insanın keyfi olmayınca yazamıyor. Eğer unutmamışsam ileride fotoğraflara bakarak bu günleri tekrar yazarım.