Geleli üç hafta
oluyor neredeyse ama kaç kere etrafına yaklaşsak da meşhur “Big Ben”e gitmek bu
gün kısmet oldu. “Parliament Square” olarak bilinen bu bölge tamamen turistik
olduğundan hep kalabalık. Hava serin ama muhteşem bir güneş olduğundan sanırım
turistlerin dışında öğlen yemeğini açık havada çimenlerin üstünde yemek isteyen
İngilizler de kalabalığı daha da artırıyor.
Taç giyme
törenlerinin ve kraliyet düğünlerinin yapıldığı, krallar ve kraliçeler dışında
ülkenin önde gelen devlet adamları, bilim adamları, sanatçıları ve askerlerinin
mezarlarının bulunduğu görkemli “Westminester Abbey”i beş yıl önce dolaştığımız
için bu sefer içine girmedik. Onun yanında daha mütevazı duran, mimari olarak
sanki Westminister Abbey’in bir parçası gibi görünen, genelde parlamento
üyelerinin ibadet için geldiği “St. Margaret’s Church”e girdik. Parlamento
Binasının, yani “Palace of Westminister”ın içine girebileceğimizi öğrenince
bilet alıp, çok fazla da aranmadan “Cromwell Gate”den içeri girdik. Girer
girmez bizi Cromwell’in heykeli karşıladı. Sonradan öğrendiğimize göre binanın
içinde altı yüzün üzerinde heykel olmasına rağmen, bahçede sadece iki heykel
var. Birincisi, 1650 – 58 yılları arası ülkenin yönetim biçimini krallıktan
cumhuriyete çevirip idare eden Oliver Cromwell, ikincisi ise 1189 yılında kral
olan Aslan Yürekli Richard (Richard The Lionheart).

“Westminester
Hall”dan içeriye girince etkilenmemek imkânsız. Uzunluğu, yüksekliği, tahta
tavanı, giriş kapısının üzerinde krallık armasının bulunduğu vitraylı penceresi
bir anda insanı etkiliyor. Kulaklıklarımızı alıp turumuza başladık. Burası
aslında 1065 yılında Aziz Edward için yapılmış ve 400 yıl boyunca kraliyet
sarayı olmuş. Bu yüzden hala buraya “Palace of Parliament” yani Parlamento
Sarayı deniyor.
1512 yılındaki
yangında saray büyük zarar görmesine rağmen giriş salonuna hiçbir şey olmamış
ve senelerce çeşitli kutlamalar, taç giyme törenleri ve önemli davalarda mahkeme
olarak kullanılmış. 8. Henry Whitehall
Sarayını yaptırınca evini oraya taşır ve burayı çalışma ofisi olarak kullanır.
Sadece girişte
fotoğraf çekilmesine izin verildiğinden içeri girince makinemizi kaldırıp,
elimizde harita, kulağımızda güzel bir anlatımla parlamentoyu gezdik. Önce 800
kişilik “Lordlar Kamarası”nın gotik tarzda yapılmış, bol altınlı, süslü
salonlarında dolaşıp sonra halk tarafından seçilen 650 milletvekilinin
oluşturduğu “Avam Kamarası” salonlarının sadeliğine şaşırdık. Lordlar Kamarası
üyeleri eskiden zengin insanlardan seçilir ve babadan oğula geçermiş. Şimdi
partiler tarafından önerilen başarılı işadamları, sanatçılar, bilim adamları
arasından seçiliyor. Lordlar Kamarasında kraliçenin bir koltuğu olmasına
rağmen, Avam Kamarasına gitmek istediğinde temsilcisini göndererek izin
istermiş. Bunun nedeni de bir zamanlar I. Charles’ın Avam Kamarasını basıp beş
milletvekilini öldürtmek istemesiymiş. O günden sonra kapı hep kapalı kalmış.
Dolaşırken bir sürü
enteresan hikâye anlatıldı. En ilginci kadınların oy kullanma hakkını
alabilmeleri için yaptıkları mücadeleydi. Önceleri sadece toprak sahibi zengin
erkekler oy kullanırmış, sonra buna belli şartları sağlayan çalışan erkekler
eklenmiş.1918’e gelindiğinde yirmi bir yaşın üstündeki erkekler ve otuz bir
yaşın üstündeki kadınlar oy verebilir denmiş. Ancak 1928 yılında kadınlar ve
erkekler arasındaki ayrım kaldırılmış ve yirmi bir yaş üstü herkes eşit şekilde
oy kullanabilmeye başlamış. “Suffragettes” adı verilen kadın gruplarının
mücadelesi neredeyse yüz yıl sürmüş. Hatta 1909 yılında girişten hemen sonra
St. Stephen Hall’da bir heykele kendini zincirleyerek protesto eden Marjorie
Holmes heykelin çizmesinin kırılmasına neden olur. Heykel onarılmaz ve yanına
asılan bir tabela ile bu olay hatırlanır.

İki saat kadar
süren turdan çok memnun kaldık. Daha anlatacak çok şey var, ama gelip kendiniz
dinleyin. Hararetle tavsiye ederim. Sakın rehberli tur almayın, çünkü turlar
hem kalabalık, hem de bazı rehberlerin aksanları anlaşılmaz oluyor.
Thames nehrinin
kenarında yükselen Parlamentoya dışarıdan bakınca etkileyici taş oymalarının ve
mimarisinin yanı sıra bir ucunda hepimizin “Big Ben” olarak bildiği meşhur saat
kulesi (diğer adıda “Elizabeth Tower”mış) ve binanın diğer ucundaki “Victoria
Tower”ın yükseldiğini görüyoruz.
Çıkınca
Parlamentodan aşağıya doğru yürüyüp “Tate Modern”in büyük kardeşi olan “Tate at
Millbank”e gittik. Turistik bölgeden uzak olduğundan, fazla kalabalık değildi. Daha
çok Klasik İngiliz sanatçıların eserlerinin bulunduğunu okumuştum. Ama artık
modern eserlere ve genç sanatçılara da yer veriyorlarmış. Eserlerin çokluğu
başımı döndürse de klasik Rönesans dini temalı resimlerin olmaması ilgi
çekiciydi. Çok fazla İngiliz sanatçı bilmiyormuşum meğerse zevkle gezdik. En
çok benim ilgimi çeken bölüm ise Henry Moore’un heykellerinin sergilendiği iki
salon oldu, çok çok güzeldi.