27 Nisan 2015

23.04.2015

Son alışverişler için yine “Oxford Street”deyim. Ama alışverişten sıkılınca Pınar’ın tavsiye ettiği hemen bir paralel yol olan “East Castle Street” de galeri dolaşmak iyi geldi.



 Akşamüstü Süleyman ile buluşup “Soho”ya gittik. Sanki işten çıkan gençler buraya hücum etmiş gibiydi. Barların önünde ellerinde bira bardaklarıyla sohbet edenler ya da hava güzel olduğundan lokantaların yol kenarındaki masalarını dolduranlar ortamın kalabalığını ve coşkusunu biraz daha artırıyordu. Sonunda biz de Kingly Court’taki “Senor Ceviche” isimli Peru lokantasına girip, çok güzel yemekler yedik.


26 Nisan 2015

22.04.2015

Bugün hem Pınar’ın hem de Rezan’ın tavsiye ettiği “Somerset House” ve içindeki “Courtauld Museum”a gittik.


Bir ay Londra’da iken 8. Henry ile yolumuz çok kesişti. 8. Henry, 1547 yılında ölünce oğlu Edward kral olur. Ama çok genç olan kralın dayısı kendini “Lord Protector” ve “Duke of Somerset” ilan ederek hem krala hem de krallığa göz kulak olmayı iş edinir. Böyle bir rütbesi olun kişinin iyi bir evi olması gerektiğini düşünerek araştırmaları sonucu o zamanki saraya yakın bu bölgeyi beğenerek oradaki bazı evleri ve kiliseleri yıktırarak kendine “Somerset House” adını verdiği evi yaptırmaya başlar. Ama Dük’ün yaptığı harcamalar inanılmaz boyutlara ulaşınca, ona karşı olanların uyarıları sonucu tutuklanır ve1551 yılında idam edilir. “Somerset House”a I. Elizabeth yerleşir ve kraliçe olana kadar orada yaşar.

Bir dönem ihmal edilen “Somerset House”, 1775 yılında büyük bir renovasyona girer ve sonrasında da “Royal Academy of Arts”a ev sahipliği yapar. İçinde geçici sergilerin yapıldığı üç galeriden başka tekstilci bir ailenin bağışladığı eserlerin devamlı sergilendiği “The Courtauld Gallery” var. Devamlı sergide Monet, Manet, Seurat, Van Gogh gibi empresyonist ressamların eserlerini gördükten sonra geçici sergide İspanya’da lithographik baskıyı ilk kullanan ressamı olan Goya’nın çok değişik müzelerden toplanmış baskıları “Goya: The Witches and Old Women Album” başlığı altında sergileniyordu. Başka bir galeride de “Maggi Haambling”in “War Requiem&Aftermath” adlı sergisi vardı. Heykelleri değil ama müzik eşliğinde sunduğu yağlıboyaları savaşın korkunçluğunu çok güzel yansıtıyordu.




22 Nisan 2015

21.04.2015

Bu gün bol bol gezdik. “London Bridge” metro durağında inince karşımıza çıkan “Boroughs Market”e girdik. Meyve, sebze, şarküteri satan bir sürü tezgâhın yanı sıra, önlerinde uzun kuyruklar olan sıcak yemek satanlarda vardı.


İkinci durak bizim evin oralardan gözüken, Londra’nın en uzun binalarından biri: “Shard”.


“London Bridge” köprüsünden yürüyerek karşıya geçtik.


Nehir kıyısında güneşlenen İngilizlerle birlikte keyif yaptık.



Beşyıl önce detaylı gezdiğimiz “London Tower”ı dışarıdan gördük.


“Tower Bridge”den tekrar karşıya geçtik.


Eski ile yeninin birlikteliğinin güzelliğini seyrettik.


Bir otobüse atlayıp "Trafalgar Square"e geldik ve “ Portrait Gallery”i gezdik.



Bu kadar yorgunluğun sonunda “Sketch”de “Cream Tea”yi hak ettik.


19.04.2015

8. Henry’nin başka bir sarayını görmeye gidiyoruz bugün. Waterloo metro durağına gidip oradan banliyö trenine binince yarım saat sonra “Hampton Court”a vardık. 


Önce Londra’nın içindeki “Whitehall Palace”, sonra Greenwich’de ki sarayı gördük. 1514 yılında nehrin kenarına yapılmış kırmızı tuğlalı Tudor malikânesi kralın en favori sarayı imiş, altı evliliğinin beşinde balayını burada geçirmiş. Bu evliliklerinin en meşhuru da, filmi de çekilmiş olan, Anne Boleyn ile olanı. Anne Boleyn ile evlenebilmek için ilk eşinden ayrılmasına izin vermeyen, Katolik Kilisesinden ayrılıp “Church of England”ı kuran meşhur kral. İlk çocuğu kız olan Anne, bir türlü erkek doğuramayınca, krala bir erkek evlat verebilmek için başkasıyla olunca kral onu öldürtür. 8. Henry öldüğünde üçüncü eşinden olan oğlu tahta çıktıktan kısa bir süre sonra ölür, ilk eşinden olan kızı Mary de tahtta uzun kalamayınca, Anne Boleyn’den olan kızı I. Elizabeth tahta çıkar ve 45 yıl ülkeyi yönetir. Ama evlenmeyip çocuk doğurmayınca Tudor Hanedanı son bulur.
1689 yılında tahta geçen II. Mary burayı çok sever ve astım hastalığı olan kocasına buranın havasının iyi geleceğini düşünerek yenilenmesini ister. Eski sarayın bir kısmı yıkılır ve yine kırmızı tuğlalı ama Barok stili daha şatafatlı bölümler eklenerek saray daha da büyütülür ve muhteşem bir bahçe eklenir.


1838’de ise Kraliçe Victoria’nın emriyle bahçeler halkın kullanımına açılır.

Saray gezenler için çok güzel hazırlanmış. Hatta saat başlarında değişik yerlerde o dönemi anlatan küçük tiyatrolar bile yapıyorlar. Kulaklıklarımızın yönlendirmesi ile gezdiğimiz sarayın içindeki en görkemli yeri “Royal Chapel”. Duvarlara asılı goblenler ise çok değerli imiş. En inanılmaz bölüm ise fabrika gibi çalışıp her gün 600 kişiye yemek yapılan kocaman mutfak bölümü. Bu kocaman mutfağa rağmen ayrı bir çikolata mutfağı olması komik geldi ama o zamanlar çikolata çok pahalı imiş. Mutfakların yanındaki lokantada o dönemlerde çok yapılan etli “pie”lardan yiyip biraz dinlendikten sonra, hâlâ çok bakımlı olan bahçesini de hava soğuk olmasına rağmen gezdik.


18.04.2015

Bu güzel günde biraz keyif yapıp, havanın ve yeşilliğin tadına varmak istedik. Kahvaltıdan sonra 10 – 15 dakikalık bir metro ile Lonra’nın kuzeyinde “Hampstead”e gittik. Bir zamanlar Lord Byron, John Keats, D.H.Lawrence gibi sanatçıların yaşadığı küçük, şirin, sessiz, sakin bir kasaba burası. Daracık şirin sokaklarında güzel bahçeli evler, küçük antikacılar görmek mümkün. Buranın asıl özelliği ise çok büyük bir parkı olması. Londra’ya çok yakın olduğundan “Countryside in the City” diye reklamı yapılan “Hampstead Heat” isimli parkın 324 hektar büyüklüğünde olduğu yazıyordu bir yerlerde. İçinde 30 civarı göl bulunan bu yeşillikte herkes çok mutlu gözüküyordu; kimisi koşuyor, kimisi yüzüyor, kimisi balık tutuyor, kimisi piknik yapıyor, kimisi de sadece çimenlere uzanmış gökyüzünü seyrediyordu. 



Parkın tek yükseltisi olan “Parliament Hill”den güzel bir Londra silueti görülüyor.
Biraz ilerideki içinde Karl Marx’ın mezarının bulunduğu “Highland Cemetery”e de gitmeye niyetlenmiştik ama çimenlerde uzanıp, ördekleri seyretmek daha cazip geldi.



21 Nisan 2015

17.04.2015



Geleli üç hafta oluyor neredeyse ama kaç kere etrafına yaklaşsak da meşhur “Big Ben”e gitmek bu gün kısmet oldu. “Parliament Square” olarak bilinen bu bölge tamamen turistik olduğundan hep kalabalık. Hava serin ama muhteşem bir güneş olduğundan sanırım turistlerin dışında öğlen yemeğini açık havada çimenlerin üstünde yemek isteyen İngilizler de kalabalığı daha da artırıyor.
Taç giyme törenlerinin ve kraliyet düğünlerinin yapıldığı, krallar ve kraliçeler dışında ülkenin önde gelen devlet adamları, bilim adamları, sanatçıları ve askerlerinin mezarlarının bulunduğu görkemli “Westminester Abbey”i beş yıl önce dolaştığımız için bu sefer içine girmedik. Onun yanında daha mütevazı duran, mimari olarak sanki Westminister Abbey’in bir parçası gibi görünen, genelde parlamento üyelerinin ibadet için geldiği “St. Margaret’s Church”e girdik. Parlamento Binasının, yani “Palace of Westminister”ın içine girebileceğimizi öğrenince bilet alıp, çok fazla da aranmadan “Cromwell Gate”den içeri girdik. Girer girmez bizi Cromwell’in heykeli karşıladı. Sonradan öğrendiğimize göre binanın içinde altı yüzün üzerinde heykel olmasına rağmen, bahçede sadece iki heykel var. Birincisi, 1650 – 58 yılları arası ülkenin yönetim biçimini krallıktan cumhuriyete çevirip idare eden Oliver Cromwell, ikincisi ise 1189 yılında kral olan Aslan Yürekli Richard (Richard The Lionheart).


“Westminester Hall”dan içeriye girince etkilenmemek imkânsız. Uzunluğu, yüksekliği, tahta tavanı, giriş kapısının üzerinde krallık armasının bulunduğu vitraylı penceresi bir anda insanı etkiliyor. Kulaklıklarımızı alıp turumuza başladık. Burası aslında 1065 yılında Aziz Edward için yapılmış ve 400 yıl boyunca kraliyet sarayı olmuş. Bu yüzden hala buraya “Palace of Parliament” yani Parlamento Sarayı deniyor.
1512 yılındaki yangında saray büyük zarar görmesine rağmen giriş salonuna hiçbir şey olmamış ve senelerce çeşitli kutlamalar, taç giyme törenleri ve önemli davalarda mahkeme olarak kullanılmış.  8. Henry Whitehall Sarayını yaptırınca evini oraya taşır ve burayı çalışma ofisi olarak kullanır.
Sadece girişte fotoğraf çekilmesine izin verildiğinden içeri girince makinemizi kaldırıp, elimizde harita, kulağımızda güzel bir anlatımla parlamentoyu gezdik. Önce 800 kişilik “Lordlar Kamarası”nın gotik tarzda yapılmış, bol altınlı, süslü salonlarında dolaşıp sonra halk tarafından seçilen 650 milletvekilinin oluşturduğu “Avam Kamarası” salonlarının sadeliğine şaşırdık. Lordlar Kamarası üyeleri eskiden zengin insanlardan seçilir ve babadan oğula geçermiş. Şimdi partiler tarafından önerilen başarılı işadamları, sanatçılar, bilim adamları arasından seçiliyor. Lordlar Kamarasında kraliçenin bir koltuğu olmasına rağmen, Avam Kamarasına gitmek istediğinde temsilcisini göndererek izin istermiş. Bunun nedeni de bir zamanlar I. Charles’ın Avam Kamarasını basıp beş milletvekilini öldürtmek istemesiymiş. O günden sonra kapı hep kapalı kalmış.
Dolaşırken bir sürü enteresan hikâye anlatıldı. En ilginci kadınların oy kullanma hakkını alabilmeleri için yaptıkları mücadeleydi. Önceleri sadece toprak sahibi zengin erkekler oy kullanırmış, sonra buna belli şartları sağlayan çalışan erkekler eklenmiş.1918’e gelindiğinde yirmi bir yaşın üstündeki erkekler ve otuz bir yaşın üstündeki kadınlar oy verebilir denmiş. Ancak 1928 yılında kadınlar ve erkekler arasındaki ayrım kaldırılmış ve yirmi bir yaş üstü herkes eşit şekilde oy kullanabilmeye başlamış. “Suffragettes” adı verilen kadın gruplarının mücadelesi neredeyse yüz yıl sürmüş. Hatta 1909 yılında girişten hemen sonra St. Stephen Hall’da bir heykele kendini zincirleyerek protesto eden Marjorie Holmes heykelin çizmesinin kırılmasına neden olur. Heykel onarılmaz ve yanına asılan bir tabela ile bu olay hatırlanır.



İki saat kadar süren turdan çok memnun kaldık. Daha anlatacak çok şey var, ama gelip kendiniz dinleyin. Hararetle tavsiye ederim. Sakın rehberli tur almayın, çünkü turlar hem kalabalık, hem de bazı rehberlerin aksanları anlaşılmaz oluyor.
Thames nehrinin kenarında yükselen Parlamentoya dışarıdan bakınca etkileyici taş oymalarının ve mimarisinin yanı sıra bir ucunda hepimizin “Big Ben” olarak bildiği meşhur saat kulesi (diğer adıda “Elizabeth Tower”mış) ve binanın diğer ucundaki “Victoria Tower”ın yükseldiğini görüyoruz.

Çıkınca Parlamentodan aşağıya doğru yürüyüp “Tate Modern”in büyük kardeşi olan “Tate at Millbank”e gittik. Turistik bölgeden uzak olduğundan, fazla kalabalık değildi. Daha çok Klasik İngiliz sanatçıların eserlerinin bulunduğunu okumuştum. Ama artık modern eserlere ve genç sanatçılara da yer veriyorlarmış. Eserlerin çokluğu başımı döndürse de klasik Rönesans dini temalı resimlerin olmaması ilgi çekiciydi. Çok fazla İngiliz sanatçı bilmiyormuşum meğerse zevkle gezdik. En çok benim ilgimi çeken bölüm ise Henry Moore’un heykellerinin sergilendiği iki salon oldu, çok çok güzeldi.


17 Nisan 2015

16.04.2015

Bugün keyif günü, yorulmadan acele etmeden gezmeye karar vererek evden çıkıp “Sloane Square”e gittim. Turist kalabalığından uzak, sakin, şık bir bölge burası. “Saatchi Gallery” de birbirinden ilginç üç sergiyi gezdikten sonra müzenin dükkânında da çok vakit geçirdim.


“Cafe Concerto”da kahvemi içtikten sonra King’s Street”de şık mağazaları dolaştım. Metroya binip “Burlington House”ın içinde bulunan “Royal Academy of Arts”daki sergiye geldiğimde geç olmuştu, birazdan kapanacaktı müze o yüzden girmedim. 



Ben de “Burlington Arcade” de bulunan mücevher mağazalarını gezdim, çok da keyif aldım.


15.04.2015

Bugün Londra’da sıcaklık rekor kırdı; 25 derece. Nisan ayı ortalaması genelde 12 derece imiş. Bu güzel havada ilk durak “Hyde Park” oldu. 


Parkın girişini süsleyen “Marble Arch” aslında 1828 yılında Buckingham Sarayının giriş kapısı olarak yapılmış, ama 1851 yılında sarayın genişletme çalışmaları sırasında buraya taşınmış ve parkın kuzey-doğu kapısı olarak kalmış. Hemen yanında da “halkın kürsüsü” olarak adlandırabileceğimiz “Speakers’ Corner” yer alıyor. Burası eskiden halk gösterilerinin yapıldığı, kalabalık dinleyici kitlesinin hiç eksik olmadığı tarihi bir yerdir.
Öğlen tatilinde sandviçini alanlar gelip çimenlerde güneşin tadını çıkarıyorlardı. Çalışmayanlarsa çoktan bikinilerini giymiş çimenlere uzanmışlardı. Tekne kiralayanlar ise gölü ördeklerle paylaşıyorlardı. 

Bir bankta oturup bu huzurlu kalabalığı seyrettikten sonra gölün kenarında yürüyerek parkın içinde bulunan “Serpentine Gallery” ve “Sackler Gallery”i gezdik. Bu galerilerin giriş ücretleri yok, bu da sanatın halka yansıması için çok önemli. Sanata meraklı olan nasıl olsa istediği her yerdeki sergiyi gezer ama çocuğu ile parka yürüyüşe gelen girip bir sergi gezse, çocuk bir daha ki sefer yine girmek ister. Böylece çocuğun sanat zevki gelişir ve farklı bir bakış açısı kazanır. Bu galerilerin yanlarındaki küçük lokantalar da dinlenmek için iyi bir bahane.


Hyde Parkın güney kapısından çıkınca “Albert Memorial” ve “Royal Albert Hall” ile karşılaşırsınız. Anıt Kraliçe Victoria’nın genç yaşta kaybettiği ve 40 yıl yasını tuttuğu dokuz çocuğunun babası Prens Albert anısına yapılmıştır. “Royal Albert Hall”de bir konser dinlemek için bilet almak maksadı ile içeri girdiğimizde önümüzdeki bir hafta içindeki konserlere yer kalmadığını ama istersek o sırada başlayacak olan tura katılarak içini gezebileceğimizi öğrendik. İlginç bir hikayesi var buranın. 1851 yılında Prens Albert’in düzenlediği fuar çok ilgi görür ve sekiz milyonun üzerinde yerli yabancı katılımcı sayesinde krallık çok iyi para kazanır. Bu parayı sanata ve eğitime harcamaya karar verip şu an içinde Royal Music Academy, İmperial College, Natural History Museum, Science Museum, V&A Museum ve Royal Albert Hall’un yer aldığı çok büyük bir araziyi satın alırlar. Kalan para ile Royal Albert Hall’un yapımına başlanır ama tam bu sırada Prens Albert ölür ve Kraliçe Victoria paranın bir kısmıyla da kocası için bir anıt yapılmasını ister. Ama altın kısımları çok olan bu anıta o kadar çok para gider ki konser salonuna para kalmaz. Bitirebilmek için salondaki koltukları bin seneliğine satarak gerekli parayı toplarlar. Satılan koltuklar varislerle devam ettiği için onlar izin verdiğinde kendilerinin gitmeyecekleri gösterilerin biletleri satılıyor. 1871 yılında açılan salonda sadece müzik konserleri değil, tiyatrolar, sirk gösterileri, tenis maçları, müzikaller, hatta boks maçları bile yapılıyor. Gezerken kraliçenin locasını ve gösteriden evvel dinlendiği odayı da gördük. En güzeli de ertesi akşam konseri olan askeri bandonun provalarını seyretmek oldu.



Çıkışta bir alt sokakta bulunan “Science Museum”a gittik. “Churchill’s Scientısts” sergisi oldukça ilginçti. Ölümlere neden olan savaşın aynı zamanda mecburiyetler karşısında ne kadar çok yeni buluşlara neden olduğunu öğrendim. Hatta “Operations Research” temellerinin fizikçi Blackett tarafından bu dönemde atılarak, savaşın kazanılmasında önemli rol oynadığını öğrendim. Hatta diyetisyenlerin askerler üzerinde yaptığı araştırmalar sonucu yeterli beslenemediklerinden kemiklerinin zayıfladığı görülüyor ve bu eksiği tamamlamak üzere ekmeklerine tebeşir tozu katılmaya başlanılıyor. Radarlardaki ve benim çok anlamadığım bir sürü teknik konuda da gelişmeler olmuş.

Bu kadar yorgunluktan sonra “Covent Garden”a gidip “Masala Zone”da güzel bir Hint yemeği yedik.

15 Nisan 2015

14.04.2015

Bu gün alışveriş günü. Londra’da “High Street Shopping”, yani ana cadde alışverişi çok yaygın. Bilhassa Oxford street ve Regent Street’de yan yana sıralanmış Avrupa ve Amerika modasına yön veren tüm markaların mağazalarını bulmak mümkün. Üstelik mağazalar büyük olduğundan, bir tanesini bile dolaşmak vakit alıyor. Selfridges, Debenhams, John Lewis, Marks&Spencer gibi katlı mağazalara girince ise vakit uçup gidiyor ve içlerindeki ürün çokluğundan başınız dönüyor. Ama bu gün bana ilginç gelen şey ise mağazalardaki satış elemanlarının iyi İngilizce konuşamaması oldu. Uzakdoğulu turistlerin çokluğundan çoğu mağazada onlarla konuşabilecek satış elemanları genelde oluyor. En komiği de bazı Çinli turistlerin bavulla alışverişe çıkmalarıydı. Londra oldukçada pahalı bir şehir, bu kadar çok ne alıyorlar merak ettim.


Kaldırımların kalabalığı ise inanılmaz. Her milletten insan var. Merak ediyorum, yürüyenlerin yüzde kaçı İngiliz. Caddeler ise iki katlı kırmızı otobüsler ve siyah taksilerle dolu.
Piccadilly Street yönüne sapınca kalabalık biraz azalıyor. Peşpeşe iki kitapçıdan, Waterstone ve Hatchard, sonra çayları ile ünlü “Fortnum & Mason”da vakit geçirmek alışverişten sıkılanlar için ideal.

Sanırım Londra’da dünyanın tüm markalarına ait mağazaları bulmak mümkün, Amerika bile bu kadar zengin değildir. Lokanta açısından da aynı şey doğru, dünyadaki tüm mutfaklara ait lokantalara rastlamak mümkün. İngiliz mutfağı zengin bir mutfak olmasa da Londra’da her zaman lezzetli yemek bulmak mümkün. Bu gün dinlenmek içim girdiğim “Cafe Concerto”da ki çikolatalı kruvasan gibi.


13.04.2015

Londra’da metrolar hep çok kalabalık diye şikâyet ettim ama bugün gibisini görmedim. Saat beş buçuk gibi evden çıkıp “Leicester Square”de bir müzikale son anda bilet alıp girmek için çıktık. Ama “Canary Wharf” metro girişine geldiğimizde girişin kapanmış olduğunu ve önünde kocaman bir kalabalığın beklediğini gördük. Acaba her gün böyle mi? İlk defa bu saatte geldik metroya, eğer iş saatlerinde hep böyleyse yaşanacak şehir olma özelliğini kaybeder. Metro böyleyse trafiği düşünmek bile istemiyorum. Beş dakika bekleyip de kapılar açılmayınca üstten giden DLR ( Docklands Light Rail) tarafına gittik. Daha önce bu yolu hiç kullanmamıştık ama denemek istedik yoksa eve dönecektik. Bizim gibi düşünenler olduğu için burası da çok kalabalıktı. Zorla da olsa binip, biraz karışık olsa da şehre ulaştık. Londra’da da aynı NY’da olduğu gibi aynı günün akşamındaki müzikaller için indirimli bilet satan dükkânlar var. “Phantom of The Opera”ya gitmeye karar vermiştik sabah, şansımıza üçüncü sıradan 50 pound’a (86 pound’a satılıyor normalde) bilet alıp girdik. “Her Majesty’s Theather”da sahnelenen müzikalde oyunculuk, görsel şov, müzikler muhteşemdi. Hararetle tavsiye ederim. 




İyi ki metroda ki kalabalıktan ürküp geri dönmemişiz.
Londra da, NY ve İstanbul gibi hep hareketli ve kalabalık. Müzikalden çıktığımızda tüm meydanlar kalabalıktı.



Geç olmuştu ama çok açtık ve “Forrest Gump” filminden etkilenerek açılmış olan “Bubba Gump”a girip, gecenin o saatinde “Fish&Chips” yedik. Lokanta ve sunumlar enteresandı ama yemekler pek başarılı değildi. Müzikale gidecekseniz İngilizler gibi öncesinde yemeğe gitmek gerek, o saatte yemek ağır geldi.

12.04.2015

Bugün güne turist gibi başladık. “Camden Markets”e gittik. Gerek kurulan tezgâhları gerekse farklı girişleri olan dükkânları gezdik. Burası birçok küçük pazarın iç içe geçtiği bir arena gibi. Daha çok motorcu kıyafetleri, tişörtler, takılar, hediyelik eşyalar ve bol miktarda yemek tezgâhları vardı ve anormal kalabalıktı. 


Bize çok hitap etmeyince, nehir kenarına indik. Bu bölgede nehir iyice daralıp kanal gibi olduğundan “Little Venice” olarak adlandırılıyor. 



Hava güzel olduğundan keyifle nehir kenarında yürüyüp, hayvanat bahçesini geçtikten sonra “The Regent’s Park”a geldik. Günün bu kısmında tam bir Londralı gibi olduk; birer kahve alıp çimenlere yayıldık, parkın içinde yürüyüş yaptık. 


Herhalde Londra’nın en unutamayacağım özelliklerinden biri parkları ve parkların içindeki göllerdeki ördekleri, kuğuları. İnsanlara dinlenme ve spor yapma imkânı sunan parkları güzelleştirenler ise bakımlı çimleri, çiçekleri ve çeşit çeşit ördekleri, kuşları.


Akşamüstü tekrar turist kalabalığına karışıp “Soho” bölgesini dolaştık. Enteresan barları lokantaları ve mağazaları olan bir bölge.

11 Nisan 2015

10.04.2015 Cuma




Bugün South Kensington bölgesindeki “Victoria & Albert Museum”a gittim. Tam altı saat müzede kaldım. Hepsini bitirebildim mi? Hayır. 1852 yılında kurulmuş olan müze dünyanın her tarafından eserlerle dolu, Hindistan’dan, Çin’den, İran’dan, Japonya’dan, Türkiye’den,… Resimler, heykeller, çiniler, halılar, mücevherler, minyatürler, çiniler, kıyafetler, tasarım ürünleri,… Dört milyonun üzerinde obje barındıran dünyanın en zengin dekoratif sanatlar ve dizayn müzesi.
Girişte Fransız heykeltıraş Rodin’in heykelleri ile başladık. İlginç bir hikâyesi var bu heykellerin. Rodin, Temmuz 1914’da Londra’da “Grosverner House”da Fransa’dan değişik sanatçılarla birlikte karışık bir sergiye katılır. Maalesef sergi bitmeden Birinci Dünya Savaşı başlar. Eserlerini geri götürmektense V&A Müzesine altı ay için ödünç bırakır. Bu dönemde Paris’i istila eden Almanlara karşı İngiliz Kuvvetlerinin Fransızlara verdiği destekten çok etkilenerek bıraktığı 19 heykeli müzeye hediye eder. Savaşın bittiğini göremez ve 1917 yılında da ölür.
Dünyada içinde restoran açılan müze özelliğine de sahip burası. Ama hava güzel olduğundan içerideki şık salonda yemektense ortasındaki bahçede, biraz da ayaklarımı dinlendirmek amacıyla yarım saat yemek molası verdim.


Grace Wales Bonner’ın “Fashion in Motion” isimli müzik eşliğindeki farklı moda gösterisini seyrettim.


Ama Alexander McQueen’in “Savage Beauty” sergisine kuyruk nedeniyle giremedim. Müzede, tekstil ve moda çok önemli bir bölüm. Geçmiş dönemlerde de önemli modacıların sergileri olmuş. Yeniden sergi için geldiğimde bir altı saat daha harcarsam müzeyi ancak bitirebilirim herhalde.

Bu şehirde her şey büyük.  Dün de dört saat “Selfridge” mağazasını dolaştım, ama bitiremedim. 

10 Nisan 2015

7.04.2015 Perşembe

“Jubilee” metro hattında “Canary Wharf”dan, yani bizim evden, bir sonraki durak “North Greenwich”. Bu bölge 2012 Olimpiyatları hazırlıkları döneminde gelişen bölgelerden. Bilhassa 2000 yılının sonunda, yeni bir bin yılın başlangıcını kutlamak için, yapılan “Millenium Dome”un açılışı ile bölgeye hareketlilik kazandırmış. İçinde çok büyük bir konser salonu, sinemalar, lokantalar ve eğlence merkezleri var. “Emirates Air Line” adı verilen teleferikle Thames nehrinin üstünde kısa bir tur yapınca “Dome”un üstünden görülen “Canary Wharf” manzarası oldukça etkileyici idi.


188 numaralı otobüsle güneye gidince hepimizin başlangıç meridyeni olarak bildiğimiz, saatlerimizi ona göre ayarladığımız “Greenwich” kasabasına geldik. Burası, genelde 2-3 katlı kiremit evlerden oluşan çok şirin ve tarihi bir kasaba. Limanda 1860’larda yapılmış, çay taşımada kullanılmış zamanının en hızlı gemisi olan “Cutty Sark” sergileniyordu. Nehir kıyısında yürüyünce gördüğümüz, 1400’lerde yapılan 8.Henry ve Queen Elizabeth I’in doğduğu, kraliyet sarayı 1876’da Kraliyet Deniz Kuvvetlerine verilmiş. 1998’de Deniz Kuvvetleri de buradan ayrılınca, bir bölümü Greenwich Üniversitesinin Konservatuarı olmuş, ikiz kubbelerin altındaki “Chapel” ve “Painted Hall” gibi bölümleride müze olarak halka açılmış.  Hemen arkasında da büyük bir Deniz Müzesi (Maritime Museum) yer almakta. İkinci kattaki Amiral Lord Nelson’un hayatının sergilendiği bölüm çok güzel düzenlenmişti, tarihle ilgisi olmayan bir insanın bile ilgisini çekebilecek nitelikteydi. Müzenin arkasındaki yemyeşil parktan yürüyerek tepeye çıktığımızda saat altıya yaklaşıyordu ve Greenwich Obsevatory (Gözlemevi) ziyarete kapanmıştı.



Bahçesinde oturduğumuzda önce müze, sonra “Old Royal Navy College”, sonra Thames nehri, sonrada Canary Wharf manzarayı tamamlıyordu. Sol tarafta ise nehrin yaptığı kıvrımın üstünden Londra silueti gözüküyordu. Nefis bir havada keyifli güzel bir gün geçirdik.


8 Nisan 2015

6.04.2015 Pazartesi

Dün Southbank’te yürürken “Waterloo Bridge”in karşı kıyıdaki ayaklarının yanında gördüğümüz Dikilitaş ilgimizi çekmişti, bu gün onu keşfetmeye gidiyoruz. “Embankment” metro durağında inip yürüyünce aradığımızı bulduk. “Cleopatra’s Needle” olarak isimlendirilen anıt İÖ 1475’li yıllarda yapılmış. Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa 1819’da, İskenderiye’de kumların içinde yatık vaziyette duran, bu Dikilitaşı İngilizlere hediye etmiş. Ama 28 metre uzunluğundaki bu taşı İngilizlerin yerinden kaldırıp getirmesi 59 yıl sürmüş. Ancak 1878’debugünkü yerine konulmuş. Dikilitaş'ın yanında yer alan iki bronz sfenks ise bir İngiliz tarafından yapılmış, ama koruyucu olan sfenksler yanlış tarafa bakar şekilde yerleştirilmişler. Bu taşın ikizi ise New York’ta Central Parktaymış.


Aslında bunları görünce, okuyup öğrenince insan üzülüyor. “British Museum”da veya Berlin’de ki Bergama Müzesindeki eserlerin çoğu da Osmanlı döneminde hediye edilmiş, verilmiş veya çalınmış. Herhalde biz de bu taş parçalarından nasıl olsa çok var diye düşünülmüş.
İngiltere’nin her sokağı tarih dolu aslında. Savunma Bakanlığına ait binaları geçtikten sonra karşımıza çıkan “Whitehall Gardens” ve arkasındaki muhteşem bina 1530’larda 8. Henry’in yaptırdığı Kraliyet Sarayının günümüze kalan bölümü. Hükümet binalarını geçip, habercilerin söylediği gibi, “No:10, Downing Street”de ki Başbakanın ofisine geldik. Tam karşısında İkinci Dünya Savaşında savaşmış kadınlar için yapılmış anıt gördüğüm en etkileyici savaş anıtı olabilir.




Biraz yürüyünce, Kraliçenin koruyucuları olan “Atlı Muhafızlar”ın önüne geldik. Simsiyah atları üstünde tüm ciddiyetleri ile oturan iki genç asker fotoğraf çekenlerin ilgisinden sıkılmış gibilerdi. Muhafızların arasından içeriye yürüyünce karşımıza yemyeşil “St. James’s Park” çıktı.


2-3 gündür güneş gören ağaçlar tomurcuklanmış, laleler ise açmaya başlamışlar bile. Bankta oturup göldeki ise kuğular ve ördekleri seyretmek çok keyifli oldu. Gölün üstündeki köprüye çıkıp tam ortasında durunca doğuda solda Whitehall’un kubbelerini, sağda “London Eye”ı, batıda ise “Buckingham Sarayı”nı görülüyor. Dinlenince saraya doğru yürümeye başladık. 


Tepesinde bayrak dalgalanıyordu, demek ki Kraliçe içerdeydi. Aslında saray Londra’nın diğer tarihi binalarına nazaran çok daha sade, sadece sütun başlarında taş oymaları var. Bana çok şık geldi ama Süleyman’ın okuduğu kitaba göre tarihçiler mimarisini soğuk bulurlarmış. Belki Kraliçe bizi çaya davet eder diye sarayın önündeki “Queen Victoria Anıtı”nın etrafında oyalandık ama kimse bizi çağırmayınca biraz ilerideki “St. James’s Palace”a yürüdük. Burası da Prens Charles tarafından kullanılıyormuş. Onlardan da davet gelmeyince metroya binip evimize döndük.

5.04.2015 Pazar

Bugün “Easter Sunday”, yani “Paskalya Bayramı”. Geldiğimizden beri mağazaların vitrinleri yumurta şeklinde çikolatalar, tavşanlar, civcivler ve sarı, pembe, mavi çiçeklerle süslü. Aslında bu sembollere bakınca sanki baharın gelişi kutlanıyor gibi, ama kutlanan Paskalya Günü, yani Hıristiyan dininin en önemli bayramlarından biri. İsa’nın çarmıha gerildikten sonraki üçüncü gününde dirilişi kutlanıyor. 40 günlük bir orucun ardından Cuma Hz. İsa’nın çarmıha gerildiği, Pazar dirildiği ve Pazartesi de miraca çıktığı gün olarak kutlanıyor. 21 Mart’taki bahar ekinoks’undan sonraki ilk dolunay’ın ardından gelen ilk Pazar günü kutlandığından, her sene sabit bir tarihe rastlamıyor Paskalya Bayramı. Üstelik Jülyen Takvimini esas alan Ortodokslar, Gregoryan takvimini esas alan Protestan ve Katoliklerden daha sonra kutluyor bayramı.
Yumurta her zaman yeniden doğuşu simgelediğinden genelde insanlar birbirlerine çikolatadan yapılmış yumurtalar veya rengârenk boyanmış yumurtalar hediye ediyorlar. Açık havada yapılan pikniklerde çocuklar için yapılan yumurta bulma eğlenceleri yapılır.
Beş yıl önce geldiğimizde, yine Paskalya idi ve Trafalgar meydanında gösteriler vardı. Bunu hatırlayarak önce Trafalgar’a gittik. Ama turist kalabalığından başka bir şey yoktu. 1805 yılında İngiltere’nin Fransa’yı yendiği, Napolyon’a karşı kazandıkları ilk zafer olan, Trafalgar deniz savaşında ölen Amiral Nelson’ın heykelinin yükseldiği görkemli meydan Londra’nın en turistik meydanı.


Burada aradığımızı bulamayınca Easter için özel ayinlerin olabileceğini düşündüğümüz “St. Paul Cathedral”e gittik. 1710 yılında yapılmış olan katedralde ayin bitmişti ve etrafta Paskalya ile ilgili hiçbir şey yoktu, hatta normal Pazar ayinlerinin dışında ekstra ayinde yokmuş. Roma’daki St. Pietro’dan sonra en büyük kubbe olduğu söylenen kubbesi Pazar günleri kapalı oluyormuş. Prens Charles ve Lady Diana burada evlenmiş. Churchill ve Nelson’ın ise cenaze törenleri burada yapılmış, hatta Nelson’ın mezarı Katedralin alt katındaki kripte (crypt).



“Millenium Bridge”den karşıya geçip, “Tate Modern”in önünden “London Eye”a kadar nehir kenarından yürüdük. 

Güzel havadan yararlanmak için çocukları ile dışarı çıkmış İngilizler ve turistlerden oluşan kalabalık yürümeyi oldukça zorlaştırınca, “Wahaca”da oturup Meksika yemeği yedik. Ama “Easter” ile ilgili ne çocukların elinde bir balona, ne başlarında tavşankulaklarını anımsatan taçlara, ne de nehir kenarında her zamankinden farklı bir şeye rastladık.