21 Nisan 2015

17.04.2015



Geleli üç hafta oluyor neredeyse ama kaç kere etrafına yaklaşsak da meşhur “Big Ben”e gitmek bu gün kısmet oldu. “Parliament Square” olarak bilinen bu bölge tamamen turistik olduğundan hep kalabalık. Hava serin ama muhteşem bir güneş olduğundan sanırım turistlerin dışında öğlen yemeğini açık havada çimenlerin üstünde yemek isteyen İngilizler de kalabalığı daha da artırıyor.
Taç giyme törenlerinin ve kraliyet düğünlerinin yapıldığı, krallar ve kraliçeler dışında ülkenin önde gelen devlet adamları, bilim adamları, sanatçıları ve askerlerinin mezarlarının bulunduğu görkemli “Westminester Abbey”i beş yıl önce dolaştığımız için bu sefer içine girmedik. Onun yanında daha mütevazı duran, mimari olarak sanki Westminister Abbey’in bir parçası gibi görünen, genelde parlamento üyelerinin ibadet için geldiği “St. Margaret’s Church”e girdik. Parlamento Binasının, yani “Palace of Westminister”ın içine girebileceğimizi öğrenince bilet alıp, çok fazla da aranmadan “Cromwell Gate”den içeri girdik. Girer girmez bizi Cromwell’in heykeli karşıladı. Sonradan öğrendiğimize göre binanın içinde altı yüzün üzerinde heykel olmasına rağmen, bahçede sadece iki heykel var. Birincisi, 1650 – 58 yılları arası ülkenin yönetim biçimini krallıktan cumhuriyete çevirip idare eden Oliver Cromwell, ikincisi ise 1189 yılında kral olan Aslan Yürekli Richard (Richard The Lionheart).


“Westminester Hall”dan içeriye girince etkilenmemek imkânsız. Uzunluğu, yüksekliği, tahta tavanı, giriş kapısının üzerinde krallık armasının bulunduğu vitraylı penceresi bir anda insanı etkiliyor. Kulaklıklarımızı alıp turumuza başladık. Burası aslında 1065 yılında Aziz Edward için yapılmış ve 400 yıl boyunca kraliyet sarayı olmuş. Bu yüzden hala buraya “Palace of Parliament” yani Parlamento Sarayı deniyor.
1512 yılındaki yangında saray büyük zarar görmesine rağmen giriş salonuna hiçbir şey olmamış ve senelerce çeşitli kutlamalar, taç giyme törenleri ve önemli davalarda mahkeme olarak kullanılmış.  8. Henry Whitehall Sarayını yaptırınca evini oraya taşır ve burayı çalışma ofisi olarak kullanır.
Sadece girişte fotoğraf çekilmesine izin verildiğinden içeri girince makinemizi kaldırıp, elimizde harita, kulağımızda güzel bir anlatımla parlamentoyu gezdik. Önce 800 kişilik “Lordlar Kamarası”nın gotik tarzda yapılmış, bol altınlı, süslü salonlarında dolaşıp sonra halk tarafından seçilen 650 milletvekilinin oluşturduğu “Avam Kamarası” salonlarının sadeliğine şaşırdık. Lordlar Kamarası üyeleri eskiden zengin insanlardan seçilir ve babadan oğula geçermiş. Şimdi partiler tarafından önerilen başarılı işadamları, sanatçılar, bilim adamları arasından seçiliyor. Lordlar Kamarasında kraliçenin bir koltuğu olmasına rağmen, Avam Kamarasına gitmek istediğinde temsilcisini göndererek izin istermiş. Bunun nedeni de bir zamanlar I. Charles’ın Avam Kamarasını basıp beş milletvekilini öldürtmek istemesiymiş. O günden sonra kapı hep kapalı kalmış.
Dolaşırken bir sürü enteresan hikâye anlatıldı. En ilginci kadınların oy kullanma hakkını alabilmeleri için yaptıkları mücadeleydi. Önceleri sadece toprak sahibi zengin erkekler oy kullanırmış, sonra buna belli şartları sağlayan çalışan erkekler eklenmiş.1918’e gelindiğinde yirmi bir yaşın üstündeki erkekler ve otuz bir yaşın üstündeki kadınlar oy verebilir denmiş. Ancak 1928 yılında kadınlar ve erkekler arasındaki ayrım kaldırılmış ve yirmi bir yaş üstü herkes eşit şekilde oy kullanabilmeye başlamış. “Suffragettes” adı verilen kadın gruplarının mücadelesi neredeyse yüz yıl sürmüş. Hatta 1909 yılında girişten hemen sonra St. Stephen Hall’da bir heykele kendini zincirleyerek protesto eden Marjorie Holmes heykelin çizmesinin kırılmasına neden olur. Heykel onarılmaz ve yanına asılan bir tabela ile bu olay hatırlanır.



İki saat kadar süren turdan çok memnun kaldık. Daha anlatacak çok şey var, ama gelip kendiniz dinleyin. Hararetle tavsiye ederim. Sakın rehberli tur almayın, çünkü turlar hem kalabalık, hem de bazı rehberlerin aksanları anlaşılmaz oluyor.
Thames nehrinin kenarında yükselen Parlamentoya dışarıdan bakınca etkileyici taş oymalarının ve mimarisinin yanı sıra bir ucunda hepimizin “Big Ben” olarak bildiği meşhur saat kulesi (diğer adıda “Elizabeth Tower”mış) ve binanın diğer ucundaki “Victoria Tower”ın yükseldiğini görüyoruz.

Çıkınca Parlamentodan aşağıya doğru yürüyüp “Tate Modern”in büyük kardeşi olan “Tate at Millbank”e gittik. Turistik bölgeden uzak olduğundan, fazla kalabalık değildi. Daha çok Klasik İngiliz sanatçıların eserlerinin bulunduğunu okumuştum. Ama artık modern eserlere ve genç sanatçılara da yer veriyorlarmış. Eserlerin çokluğu başımı döndürse de klasik Rönesans dini temalı resimlerin olmaması ilgi çekiciydi. Çok fazla İngiliz sanatçı bilmiyormuşum meğerse zevkle gezdik. En çok benim ilgimi çeken bölüm ise Henry Moore’un heykellerinin sergilendiği iki salon oldu, çok çok güzeldi.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder