Bugün Londra’da
sıcaklık rekor kırdı; 25 derece. Nisan ayı ortalaması genelde 12 derece imiş.
Bu güzel havada ilk durak “Hyde Park” oldu.
Parkın girişini süsleyen “Marble
Arch” aslında 1828 yılında Buckingham Sarayının giriş kapısı olarak yapılmış,
ama 1851 yılında sarayın genişletme çalışmaları sırasında buraya taşınmış ve
parkın kuzey-doğu kapısı olarak kalmış. Hemen yanında da “halkın kürsüsü”
olarak adlandırabileceğimiz “Speakers’ Corner” yer alıyor. Burası eskiden halk
gösterilerinin yapıldığı, kalabalık dinleyici kitlesinin hiç eksik olmadığı
tarihi bir yerdir.
Öğlen tatilinde sandviçini
alanlar gelip çimenlerde güneşin tadını çıkarıyorlardı. Çalışmayanlarsa çoktan
bikinilerini giymiş çimenlere uzanmışlardı. Tekne kiralayanlar ise gölü ördeklerle
paylaşıyorlardı.
Bir bankta oturup bu huzurlu kalabalığı seyrettikten sonra
gölün kenarında yürüyerek parkın içinde bulunan “Serpentine Gallery” ve “Sackler
Gallery”i gezdik. Bu galerilerin giriş ücretleri yok, bu da sanatın halka
yansıması için çok önemli. Sanata meraklı olan nasıl olsa istediği her yerdeki
sergiyi gezer ama çocuğu ile parka yürüyüşe gelen girip bir sergi gezse, çocuk
bir daha ki sefer yine girmek ister. Böylece çocuğun sanat zevki gelişir ve farklı bir bakış açısı kazanır. Bu galerilerin yanlarındaki küçük lokantalar
da dinlenmek için iyi bir bahane.
Hyde Parkın güney
kapısından çıkınca “Albert Memorial” ve “Royal Albert Hall” ile
karşılaşırsınız. Anıt Kraliçe Victoria’nın genç yaşta kaybettiği ve 40 yıl
yasını tuttuğu dokuz çocuğunun babası Prens Albert anısına yapılmıştır. “Royal
Albert Hall”de bir konser dinlemek için bilet almak maksadı ile içeri girdiğimizde
önümüzdeki bir hafta içindeki konserlere yer kalmadığını ama istersek o sırada
başlayacak olan tura katılarak içini gezebileceğimizi öğrendik. İlginç bir
hikayesi var buranın. 1851 yılında Prens Albert’in düzenlediği fuar çok ilgi
görür ve sekiz milyonun üzerinde yerli yabancı katılımcı sayesinde krallık çok
iyi para kazanır. Bu parayı sanata ve eğitime harcamaya karar verip şu an içinde Royal Music Academy, İmperial College, Natural History Museum, Science
Museum, V&A Museum ve Royal Albert Hall’un yer aldığı çok büyük bir araziyi
satın alırlar. Kalan para ile Royal Albert Hall’un yapımına başlanır ama tam bu
sırada Prens Albert ölür ve Kraliçe Victoria paranın bir kısmıyla da kocası
için bir anıt yapılmasını ister. Ama altın kısımları çok olan bu anıta o kadar
çok para gider ki konser salonuna para kalmaz. Bitirebilmek için salondaki
koltukları bin seneliğine satarak gerekli parayı toplarlar. Satılan koltuklar
varislerle devam ettiği için onlar izin verdiğinde kendilerinin gitmeyecekleri
gösterilerin biletleri satılıyor. 1871 yılında açılan salonda sadece müzik
konserleri değil, tiyatrolar, sirk gösterileri, tenis maçları, müzikaller,
hatta boks maçları bile yapılıyor. Gezerken kraliçenin locasını ve gösteriden
evvel dinlendiği odayı da gördük. En güzeli de ertesi akşam konseri olan askeri
bandonun provalarını seyretmek oldu.
Çıkışta bir alt
sokakta bulunan “Science Museum”a gittik. “Churchill’s Scientısts” sergisi
oldukça ilginçti. Ölümlere neden olan savaşın aynı zamanda mecburiyetler
karşısında ne kadar çok yeni buluşlara neden olduğunu öğrendim. Hatta “Operations
Research” temellerinin fizikçi Blackett tarafından bu dönemde atılarak, savaşın
kazanılmasında önemli rol oynadığını öğrendim. Hatta diyetisyenlerin askerler
üzerinde yaptığı araştırmalar sonucu yeterli beslenemediklerinden kemiklerinin
zayıfladığı görülüyor ve bu eksiği tamamlamak üzere ekmeklerine tebeşir tozu
katılmaya başlanılıyor. Radarlardaki ve benim çok anlamadığım bir sürü teknik
konuda da gelişmeler olmuş.
Bu kadar
yorgunluktan sonra “Covent Garden”a gidip “Masala Zone”da güzel bir Hint yemeği
yedik.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder