17 Nisan 2015

15.04.2015

Bugün Londra’da sıcaklık rekor kırdı; 25 derece. Nisan ayı ortalaması genelde 12 derece imiş. Bu güzel havada ilk durak “Hyde Park” oldu. 


Parkın girişini süsleyen “Marble Arch” aslında 1828 yılında Buckingham Sarayının giriş kapısı olarak yapılmış, ama 1851 yılında sarayın genişletme çalışmaları sırasında buraya taşınmış ve parkın kuzey-doğu kapısı olarak kalmış. Hemen yanında da “halkın kürsüsü” olarak adlandırabileceğimiz “Speakers’ Corner” yer alıyor. Burası eskiden halk gösterilerinin yapıldığı, kalabalık dinleyici kitlesinin hiç eksik olmadığı tarihi bir yerdir.
Öğlen tatilinde sandviçini alanlar gelip çimenlerde güneşin tadını çıkarıyorlardı. Çalışmayanlarsa çoktan bikinilerini giymiş çimenlere uzanmışlardı. Tekne kiralayanlar ise gölü ördeklerle paylaşıyorlardı. 

Bir bankta oturup bu huzurlu kalabalığı seyrettikten sonra gölün kenarında yürüyerek parkın içinde bulunan “Serpentine Gallery” ve “Sackler Gallery”i gezdik. Bu galerilerin giriş ücretleri yok, bu da sanatın halka yansıması için çok önemli. Sanata meraklı olan nasıl olsa istediği her yerdeki sergiyi gezer ama çocuğu ile parka yürüyüşe gelen girip bir sergi gezse, çocuk bir daha ki sefer yine girmek ister. Böylece çocuğun sanat zevki gelişir ve farklı bir bakış açısı kazanır. Bu galerilerin yanlarındaki küçük lokantalar da dinlenmek için iyi bir bahane.


Hyde Parkın güney kapısından çıkınca “Albert Memorial” ve “Royal Albert Hall” ile karşılaşırsınız. Anıt Kraliçe Victoria’nın genç yaşta kaybettiği ve 40 yıl yasını tuttuğu dokuz çocuğunun babası Prens Albert anısına yapılmıştır. “Royal Albert Hall”de bir konser dinlemek için bilet almak maksadı ile içeri girdiğimizde önümüzdeki bir hafta içindeki konserlere yer kalmadığını ama istersek o sırada başlayacak olan tura katılarak içini gezebileceğimizi öğrendik. İlginç bir hikayesi var buranın. 1851 yılında Prens Albert’in düzenlediği fuar çok ilgi görür ve sekiz milyonun üzerinde yerli yabancı katılımcı sayesinde krallık çok iyi para kazanır. Bu parayı sanata ve eğitime harcamaya karar verip şu an içinde Royal Music Academy, İmperial College, Natural History Museum, Science Museum, V&A Museum ve Royal Albert Hall’un yer aldığı çok büyük bir araziyi satın alırlar. Kalan para ile Royal Albert Hall’un yapımına başlanır ama tam bu sırada Prens Albert ölür ve Kraliçe Victoria paranın bir kısmıyla da kocası için bir anıt yapılmasını ister. Ama altın kısımları çok olan bu anıta o kadar çok para gider ki konser salonuna para kalmaz. Bitirebilmek için salondaki koltukları bin seneliğine satarak gerekli parayı toplarlar. Satılan koltuklar varislerle devam ettiği için onlar izin verdiğinde kendilerinin gitmeyecekleri gösterilerin biletleri satılıyor. 1871 yılında açılan salonda sadece müzik konserleri değil, tiyatrolar, sirk gösterileri, tenis maçları, müzikaller, hatta boks maçları bile yapılıyor. Gezerken kraliçenin locasını ve gösteriden evvel dinlendiği odayı da gördük. En güzeli de ertesi akşam konseri olan askeri bandonun provalarını seyretmek oldu.



Çıkışta bir alt sokakta bulunan “Science Museum”a gittik. “Churchill’s Scientısts” sergisi oldukça ilginçti. Ölümlere neden olan savaşın aynı zamanda mecburiyetler karşısında ne kadar çok yeni buluşlara neden olduğunu öğrendim. Hatta “Operations Research” temellerinin fizikçi Blackett tarafından bu dönemde atılarak, savaşın kazanılmasında önemli rol oynadığını öğrendim. Hatta diyetisyenlerin askerler üzerinde yaptığı araştırmalar sonucu yeterli beslenemediklerinden kemiklerinin zayıfladığı görülüyor ve bu eksiği tamamlamak üzere ekmeklerine tebeşir tozu katılmaya başlanılıyor. Radarlardaki ve benim çok anlamadığım bir sürü teknik konuda da gelişmeler olmuş.

Bu kadar yorgunluktan sonra “Covent Garden”a gidip “Masala Zone”da güzel bir Hint yemeği yedik.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder