3 Nisan 2015

31.03.2015 Salı

Londra bir müzeler cenneti. Otuz günün her günü bir müzeye gitsem bile bitiremem herhalde. Bugün “Tate Modern”deyim, en sevdiğim. Önce biraz tarihçesini anlatayım.
1889 yılında Şeker Endüstrisinde zengin olmuş Henry Tate, toplamış olduğu İngiliz sanatçılara ait tabloları “National Gallery”e bağışlamak ister, ama müzede yer olmadığından kabul etmezler. O tarihlerde bütün tutuklular Avustralya’ya gönderildiğinden Millbank’de bulunan boş hapishaneyi müze yapması teklif edilir ve 1897 yılında sadece İngiliz sanatından eserlerle oluşturulan “The Gallery at Millbank” açılır. 1932 yılında müzenin adı “Tate Gallery” olarak değiştirilir. Mütevelli heyeti, sanatı İngiltere’nin değişik şehirlerine taşımaya karar verir ve 1988 yılında Liverpool’de, 1993’de ise St. İves’da iki müze açar.
1992 yılında ise Tate Mütevelli Heyeti modern sanat için bir müze yapmak istediklerini açıklar. 1981 yılında üretimini durdurmuş olan "Bankside Elektrik Santrali"ne ait nehir kenarındaki bina yeni müze için seçilir. Kahverengi kiremit yapı ve tam ortasındaki baca korunarak içi müzeye uygun hale getirilir ve Mayıs 2000’de açılır. Müze o kadar büyür ve ilgi görür ki bu günlerde yanına ek binalar yapılarak büyütülüyor.
Kalabalıktan dolayı bir türlü güzel fotoğrafını çekemediğim müzenin profesyonelce çekilmiş fotoğrafı.


Dördüncü kattaki abstract resimleri bana çok hitap etmese de anlamaya çalışarak çok zaman geçirdim. Üçüncü kattaki “Marlene Dumas” sergisine ait broşürdeki resimleri sevmediğimden girmedim ve öğlen yemeği için altıncı kattaki lokantaya çıktım. Burasını hep severim yemeklerinden dolayı değil de gözlerimizin önüne serdiği muhteşem Londra manzarasından.


Uzun öğlen keyfinden sonra ikinci kattaki kalıcı sergideki sevdiğim eserleri yeniden görmek keyfimi daha da artırdı. Dali, Picasso, Rothko, Miro’nun yanı sıra geçen hafta Pera Müzesinde sergisini gezdiğim Alberto Giacometti’nin iki eserini görmek güzel oldu.



Çıkışta yağmursuz ve serin bir Londra havasında nehir kıyısında yürüyüp “Shakespeare’s Globe Theatre”, “Southwark Cathedral”, “Hay’s Arcade” gibi görülmesi gereken yerlere ve günümüze kadar korunup güzelliklerinden hiç bir şey kaybetmeden, yozlaştırılmadan hâlâ ayakta duran eski yapılara kıskançlıkla bakarak, keşke bizim memleketimizde de sanatın, sanatçının, tarihin kıymeti daha çok bilinse diye düşünerek eve döndüm.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder