31 Ekim 2014

31.10.2014 Cuma


Benim “uzatmalı turist” durumum, Süleyman’ın çalışması sekiz günlük bir turist durumuna dönüşüyor. San Francisco’da Süleyman konferansına gidecek ben yine turist olucam. Cumartesi günü NY’a geçiyoruz. Otellerde internet durumu nasıl olur, gezmekten fırsat bulup yazabilirmiyim bilemiyorum. Şimdilik Allahaısmarladık…

Son haftanın özetleri:

-       Unutmuşum; Sinemalarda koltuk numarası olmadığını. Ama koltuklar o kadar rahat ki yanında ki amca uyuyakalırsa horlayabiliyor, onun için arada 3-4 koltuk boş bırakmalısın.
-       Unutmuşum; Televizyonlarda en çok ilaç reklamları olduğunu. Ama yan etkilerini saymak zorundalar sanırım. Onları dinleyince o ilacı almaktan vazgeçiyorsun.
-       Unutmuşum; İkinci sırada avukat reklamları olduğunu. İlaç aldın, kanser mi oldun bize gel dava açalım, seni zengin edelim….
 

-       Anladım ki; Buradaki hazır salatalar bozulmuyor. Migrostan aldığımda bile içinde 3-5 tane bozuk yaprağı olan salatalar burada daha büyük ambalajlarda olmasına rağmen bazen bir hafta dolapta kaldı ama bozulmadı. 

-       Anladım ki; Çocuklarımı ve ailemi çok özlemişim..

  

-          Öğrendim ki; İnsanlar artık çok bisiklet kullandıklarından, kolaylık olsun diye otobüslerin önüne artık bisikletleri koymak için özel yer yapılmış. Metroya da bisikletinizi götürebiliyorsunuz.

 

-          Öğrendim ki; Geçtiğimiz beş hafta içinde en çok tükettiğimiz maddeler; su, yumurta, salata, domates, kâğıt havlu veee Dondurma

 

30.10.2014 Perşembe

Benim gibi harita ve yön bilgisi zayıf olan bir insan için Washington DC’de yaşamak çok kolay oldu. Çünkü kuzeyden güneye caddeler sayılarla, doğudan batıya caddeler ise rakamlarla isimlendirilmiş. Bunun en güzel tarafı sokak ismi öğrenmek zorunda değilsin. Diğer güzel tarafı ise; yanlış bir yöne de gidiyorsan en fazla bir blok yürümüş oluyorsun, yine dönüp yolunu bulabiliyorsun. Birde arada eğri giden bulvarlar oluyor. Bunların bizim dik giden caddelerle kesiştiği yuvarlak meydanlar çıkıyor karşınıza, bizim “Dupont Circle” gibi. Bu bulvarlar genelde kestirme oluyor ama karıştırmamak için girmeyebilirsin onlara.
Yani anlayacağınız dikdörtgenlere bölünmüş şehrin planını L’Enfant tam benim gibilere göre yapmış. 15 yıl evvel Virginia’da yaşarken böyle değildi. Devamlı sokak adı ezberlerdim. İki de bir kaybolurdum. Allahtan çok iyi bir haritam vardı, yolun kenarına arabayı park eder yönümü bulur sonra devam ederdim. Üstelik bu sefer arabamda yok.
Kongre Potomac Nehri kıyısında bir başşehir kurulmasına karar verdiğinde, 1791 yılında George Washington Fransa doğumlu Amerikalı Mimar Pierre Charles L’Enfant’ı görevlendirir. Şehir sıfırdan kurulacağı için meclis, başkanlık sarayı, bakanlıklar planlanan dikdörtgenler üzerine yerleştirilmiş. Zamanla şehir büyürken de bu plana sadık kalınarak değişiklikler yapılmış. Bu yüzden çok muntazam bir şehir, yürüyerek keşfetmesi de çok keyifli.
Güzel bir otobüs sistemi de var şehrin, üstelik durakta yazan tarife saatleri de genelde tutuyor. Ama ben yine de havalar güzel olduğundan genelde yakın yerlere yürüdüm, uzak yerlere giderkende metro kullandım.

Metro sistemi ilk olarak 1976 yılında sadece DC sınırları içinde ve 5 istasyon olarak başlamış. Aradan geçen yıllar içinde Virginia ve Maryland’e de uzanınca istasyon sayısı 91 olmuş. Amerika içinde New York metrosundan sonra en kalabalık metroymuş.

30 Ekim 2014

29.10.2014 Çarşamba



Dün akşam bizim için ilginç bir gece oldu.  Dün 28. geleneksel “17th Street High Heel Race”, 17. caddenin P ve S caddeleri arasında yani tam bizim önümüzde yapıldı. İlk olarak 1986 yılının 31 Ekim yani “Halloween” gecesi “drag queen” gibi giyinmiş 4-5 kişi 17. caddedeki iki bar arasında koşmuşlar, ertesi sene onlara başkaları eklenmiş. Zaten Halloween gecesi çok kalabalık olan sokakları biraz hafifletmek için belediye bu kısacık neredeyse 100 – 150 metrelik yarışın her sene Halloween’den önceki Salı yapılmasını teklif etmiş. Böylece olay tamamen geleneksel hale gelmiş.
Saat 18.30 civarında polis önümüzdeki üç blokluk yolu kapadı. Yavaş yavaş kalabalık artmaya başladı. Bu gün için özel olarak hazırlanmış insanlar kendilerini Oscar törenlerinin kırmızı halısında sanarak yolun iki yanında birikmiş kalabalıklara poz vererek yürüdüler. İnanılmaz kıyafetler vardı. Saat tam 21 de yarış başladı ve beş dakika sürdü. O yüksek topuklar üzerinde iki saattir yürüyüp poz verenler için o beş dakikayı koşmak zor oldu.







Yol üstündeki bütün lokantalar da dün için masalarını kaldırıp lokantalarını bara çevirmişlerdi. Bizim sokak hep hareketlidir ama bu kalabalığı senede bir görüyor sanırım. Kalabalıktan faydalanmak isteyen diğer grupta 4 Kasımda Belediye seçimlerine girecek adaylardı. Adaylardan birinin partisi bizim alt dairede yapıldı, diğeri ise karşı kaldırımdaki bir barda idi.




29 Ekim 2014

28.10.2014 Salı

Dört hafta elimden geldiğimce müze gezmeye çalıştım. Washington DC’de çok müze var ama ne gariptir ki hiç galeri yok, hepsi NewYork’ta sanırım.
Bu dönemde dikkatimi çeken şey müzelerin bağışlarla ve üyeliklerle ayakta durduğu. Tabii ki devlet katkısı var. Düşününce giriş ücreti bile olmayan Smithsonian müzelerinin masrafının ne kadar çok olduğunu bir kere bile gezen anlar. Üstelik bu müzelerin çoğunda ayda birkaç kere ücretsiz konserler ve konferanslar bile düzenleniyor.
Bağış sistemi Türkiye’de oturmamış bir sistem. Burada ise gerek devlet gerek özel kurumların en büyük gelir kaynağı. GWU özel bir üniversite olmasına rağmen her binası o binanın alımı veya onarımı için bağış yapan bağışçının adıyla anılıyor. Gelman Library, Kogan Plaza, Rice Building, …
Dün “National Gallery of Art”ın tarihçesini okurken bunu bir kere daha anladım. 1921 – 1932 yılları arasında Hazine Bakanlığı yapan, aynı zamanda iyi bir koleksiyoner olan Andrew Mellon, Amerikanın da bir ulusal sanat müzesi olması gerektiği konusunda zamanın Başkanı Franklin Roosevelt’i ikna eder. Örnek olmak ve diğer koleksiyonerleri de özendirmek açısından Mellon, elindeki resimleri, heykelleri devlete bağışlıyor ve bunların sergilenmesi için yapılacak müzenin yapımı içinde gerekli parayı veriyor. Mimar John Russel Pope tarafından dizayn edilen müzenin yapımına 1937 yılında Meclis’in “National Mall”da gösterdiği arsa üzerine yapılmaya başlanıyor. İnşaat başladıktan bir ay sonra hem Mellon hem de mimar peşpeşe ölüyor, ama her şey onların planlarına sadık kalınarak yapılıyor. Zamanının en geniş mermer binası olan müze 1941 yılında Roosevelt tarafından açılıyor.


Zamanla müzenin koleksiyonu o kadar büyür ki yer sıkıntısı çekilmeye başlanır. Müzeye babasından sonra da bağışlarını eksik etmeyen Mellon’un çocuklarının önerileri ve bağışları ile modern koleksiyonların sergileneceği ikinci binanın yapımına başlanır. 1978 yılında açılan ve “East Wing” diye adlandırılan ikinci müze birincinin bol sütunlu klasik mimarisinin tersine çok modern. İki bina alttan koridorlarla birbirlerine bağlı olup, koridorlarda da çeşitli sergiler düzenlenmekte.



Müzeye girerken “Adopt a Gallery” ilanları görülüyor. Buna cevap veren çok insan oluyor sanırım ki, müzenin herhangi bir odasında “Mr.&Mrs. ?? Gallery” yazısını, veya “bu galerinin yeniden dekorasyonu … kişi tarafından yapılmıştır” yazısını sıkça görmek mümkün.

27 Ekim 2014

27.10.2014 Pazartesi

Dün yaptığımız turistik gezileri anlatmaya devam edeyim.
Pazar sabahı güzel bir kahvaltı ve aile ile yapılan telefon konuşmalarından sonra bizi çağıran güneşe karşı koyamayıp kendimizi “National Mall”da bulduk. Üçüncü seferdir “Mall”a geliyoruz (benim beşinci seferim) ve hâlâ gezecek çok yer var. Bu sefer Süleyman’ın isteğine uyup “National Air and Space Museum”a giriyoruz. Her müze gibi burası da çok kalabalık bilhassa çocuklu ailelerle. Leonardo Da Vinci’nin uçan insan çizimleriyle başlayıp, balonlarla devam eden uçma maceraları, 1903 yılında Wright kardeşlerin yaptığı “Wright Flyer” ile North Caroline civarında gerçekleştirdikleri dört uçuşla başlayan uçak maceraları, 1927de Lindenberg’in “Spirit of St. Lois” ile durmaksızın Atlantik’i geçmesi ile uçmanın bir macera olmaktan çıkıp nasıl günümüzde bir gereklilik haline geldiğini anlatan çok güzel bir müze.



Çocukların ilgisini çekmek, onlara uçmanın fizik kurallarını anlatan onlarca küçük deneysel bölümlerde var içinde. Ayrıca gökyüzü, Astronomi ve teleskopları anlatan salonları geçtikten sonra Amerika’nın Uzay maceralarını, Astronotlarını anlatan bölümlerden sonra müzenin gurur kaynağı olan Apollo11’in kumanda modülü  “Columbia” ile bitirdik.



“Mall” yine bisiklete binenler, koşanlar, top oynayanlar, oturup güneşin keyfini çıkaranlarla dopdoluydu. Biraz bir bankta dinlenip, “Capitol Hill”e yürüdük. Daha önce gezmiş olduğumuz Amerikan Meclisinin Pazar günü kapalı olduğunu bilmiyorduk. Kubbesinin tadilatta olduğu Meclisin etrafını dolaşıp, arkasındaki “Library of Congress” ve “Supreme Court” binalarını gördükten sonra güneş batarken yorgun bir şekilde eve döndük.



26.10.2015 Pazar

Bu hafta sonu yine turist olduk, çünkü DC’de son haftasonumuz. Şansımıza hava iki günde muhteşemdi, pırıl pırıl bir güneş, masmavi bir gökyüzü, sonbaharın inanılmaz renkleri; yeşili, sarısı, kırmızısı, bordosu, ...
Cumartesi sabahı ilk durak “Arlington National Cemetery”. DC sınırlarından çıktıktan sonraki Virginia eyaletinde mavi metro hattında ilk durak.
Ortam o kadar güzel renklerle donatılmıştı ki, kendimi mezarlıkta değil de çok güzel bir ormanda hissettim, etrafımda çok muntazam dizilmiş beyaz mezar taşları olmasına rağmen.


Biraz tarihine bakarsak; bu arazi zamanında George Washington’un oğluna aitmiş, öldüğünde kızı Mary Ann’e kalmış. Mary Ann iç savaşta Güneyin komutanı Robert Lee ile evlidir. Savaş başlayınca çift burayı terk eder ve arazi Kuzeylilerin merkezi haline gelir. Ölü sayısı artınca 1864 yılında Savaş Bakanlığı arazinin bir kısmına el koyar ve mezarlık olarak kullanılmaya başlanır. Savaş sonrası Lee ailesi arazinin hepsini bakanlığa bağışlar. Lee’nin evi olduğu gibi korunmuş ve ziyarete açık.



Burası çeşitli savaşlarda görev yapmış veya şehit olmuş askerlerin gömüldüğü 400.000 den fazla mezarın bulunduğu büyük bir mezarlık. İç savaş, Birinci Dünya Savaşı, İkinci Dünya Savaşı, Vietnam Savaşı, Irak Savaşı, Afganistan Savaşı … gibi değişik bölümleri var. 1963 yılında John F.Kennedy öldürülüp buraya gömüldükten sonra herkesin dikkatini daha çok çekiyor. İnanılmaz derece düzenli ve bakımlı olan bu mezarlığın ziyaretçi sayısı da bir o kadar inanılmaz. Kennedy’den başka burada yatan bir diğer Amerikan Başkanıda William Taft, başka hiçbir başkanın mezarı yok.



İkinci durak “Holocaust Museum”. İçeri adımınızı atar atmaz mimarisiyle sizi sıkan, sanki o dönemlerde yaşanan sıkıntıları hissettiren bir müze. Tam bir belgesel gibi. Dördüncü katta, 1930 Almanya’sındaki ekonomik ve politik durumu anlatarak, Hitler’in nasıl başa geçtiğini ve 1933 – 1945 arası Alman yetkililerin “ırksal olarak kendilerinden daha aşağıda” gördükleri yaklaşık altı milyon insanı nasıl toplama kamplarına gönderdiği, eziyet ettiği ve öldürdüğü kısa filmler, fotoğraflar ve röportajlarla anlatılıyor. Aşağı katlara inildikçe, savaş sonu kamplardan kurtulanlarla yapılan röportajlar, dönemin gazete başlıkların oluşan bölümlerle karşılaşıyorsunuz. Müze o kadar sıkıyor ki, ama yine de bu tarihi gerçekleri biraz daha okumak istiyorsun, ama kalabalıktan kuyruk hiç ilerlemiyor. Buraya hafta içi daha sakin bir zamanda gelmek gerekir.

Bu gün öğrendim ki; “Holokost” Yunan kökenli bir sözcük olup, “ateş başında kurban etmek” anlamına gelirmiş.

26 Ekim 2014

25.10.2014 Cumartesi


Dört haftamız bitti. Bakalım neler oldu…

-        Öğrendim ki; Bedava interneti olan Starbucks’larda kahve içmeden de oturup mesajlarıma bakabilirim.
-        Öğrendim ki; Kuaförsüz hayat benim için çok zormuş
-        Öğrendim ki; Bulaşık makinesi tam dolmasa da çalıştırılabilirmiş

-        Anladım ki; Artık Amerikalılarda eskisi kadar çok kitap okumuyor. Eskiden metroya bindiğimde vagondaki insanların yüzde 60 – 70’i kitap okurdu. Bir durak için binmiş olsa bile üşenmez, çantasından kitabını çıkarır 1-2 sayfa bile olsa okurdu. Şimdi çoğunluk telefonu ile vakit geçiriyor metroda. Kitap okuyan 1-2 kişi ise elindeki tabletten okuyor, yani bildiğimiz kitap taşıyan bir kişi ya da hiç. Demek ki bu akıllı telefonlar ne kadar çok hayatımızı ele geçirmiş. Bu dönemde telefon teknolojisini elinden geldiğince kullanan ben, çok memnunum ama doğru mu bu kadar bağımlı olmak diye de düşünüyorum…


Meğerse; 

-        Unutmuşum; Kredi kartı alışverişlerinde pin numarası kullanılmadığını. Alışverişiniz bitince önünüzde duran ekranın yanından kartınızı geçiriyorsunuz. Genelde istemiyor ama imza isterse ekranın üstünü imzalıyorsunuz.

-        Unutmuşum; Parklarda, kaldırımlarda uyuyan bu kadar çok evsiz olduğunu.

25 Ekim 2014

24.10.2014 Cuma


Bugün müze günü.. Yine turist oldum.. Boynumda fotoğraf makinem yürümeye başladım.. Sonbaharda güneşin ışınlarının eğimi o kadar güzel ki, gördüğüm her şeyi fotoğraflayarak ilerledim. İlk durak “National Museum of Women in the ARTS”. Dünyanın her bölgesinden kadın sanatçıların eserlerinin yer aldığı bir müze, New York Avenue üzerindeki Magdelena Abakanowicz’nin “ Walking Figures” adlı heykeli ile karşılıyor sizi.
Müzenin binası 1907 yılında Mason tapınağı olarak yapılmış. 1983 yılında satın alınan bina uzun bir renovasyondan sonra müzeye dönüşmüş. Onaltıncı yüzyıldan günümüze kadar eserleri kapsayan müzeyi gezince sadece bildiğim, sanatçı Frida Kahlo oldu. “SelfPortrait dedicated to Leon Trotsky” , sanatçının 1937 yılında Rusya’dan sürgün edilen Troçki’yi evinde misafir ettiği dönem yaptığı bir resim.




Kısa bir öğlen yemeği ve hızlı bir “Chinatown” turundan sonra sırada aynı binada yer alan “National Portrait Gallery” ve “American Art Museum”. Yapımı uzun yıllar süren bu görkemli bina 1865 yılında Abraham Lincoln’un başkan seçildiğinde kutlama balosu yapıldıktan iki yıl sonra müze olarak halka açılır.
Müzenin bahçesindeki Roy Lichtenstein’a ait “Modern Head” isimli heykelin bir hikâyesi var. Sanatçının ölümünden bir yıl önce, 1996 yılında Dünya Ticaret Merkezin’e bir sokak ilerideki “Battery Park”a konan bu heykel 9/11 saldırılarından ufak tefek sıyrıklarla kurtulur, çevredeki yeniden onarım çalışmalarından zarar görmemesi için 2001 yılının Kasım ayında buraya getirilir.


Amerikan başkanlarının portrelerinin yer aldığı bölüm pek ilgimi çekmese de “Face Value: Portraiture in the Age of Abstraction” çok ama çok güzeldi, ne yazık ki fotoğraf çekmek yasaktı. “Time Covers the 1960s” ise o yıllarda Time dergisi kapağı için çizilmiş grafikler veya dergi kapağından etkilenip resim yapmış ressamların eserlerinden oluşan güzel bir sergiydi. Lichtenstein’ın 1968 yılında yaptığı “Robert Kennedy” resmi, efsanevi müzik grubu Beatles’ın heykelleri muhteşemdi.



“American art Museum” tarafında ise ikinci kattaki “Modernism” ve “Impressionism” bölümleri en çok ilgimi çeken bölümler oldu; Roy Lichtenstein, Georgia O’Keffee, Arthur Dove hep sevdiğim isimler.. Şubat ayına kadar sürecek olan Richard Estes’ sergisine geldiğimde artık ayakta duracak halim kalmamıştı. Müzenin muhteşem bahçesinde (üstü cam ile kaplı içinde kocaman ağaçları ve kafeteryası olan yer (museum courtyard)) dinlenmeme rağmen, sergiyi istediğim gibi gezemeyeceğime karar verince metro ile eve döndüm.



23.10.2014 Perşembe


John F. Kennedy Memorial Center for the Performing Arts” kısaca “The Kennedy Center” şehrin konser, müzikal, bale ve opera merkezi. Potomac nehri kıyısında 1958 yılında kurulmuş. Geldiğimiz günlerde başlayıp geçen hafta sonu biten “Evita” müzikaline ayarlanıp bir türlü gidemedik. Puccini’nin “La Bohéme” operası ise biz gittikten sonra başlayacak, bu arada olan performanslar ise pek ilgimizi çekmedi.

Kennedy Center’ın “Millennium Stage” adlı sahnesinde her gün saat altıda bir saatlik ücretsiz bir gösteri oluyor. Bu günde “ La Bohéme”in bazı aryalarının söyleneceği bir performans olduğunu öğrenince gitmeye karar verdik. Yarında Ukraynalı sanatçı “Gerdan”ın folk şarkılardan oluşan bir konseri var.

Kennedy Center’a ulaşım çok kolay. “Foggy Bottom” metro durağından her 15 dakikada bir sabah dokuzdan akşam son performansa kadar ücretsiz kırmızı otobüsler çalışıyor, üniversiteden de yürüyerek15 dakika mesafede.

Performans son sandalyesine kadar doluydu. Genelde gençler ve altmış yaş üstü insanlar doldurmuştu salonu. Sunucunun her aryadan önce verdiği bilgilerle opera sahnesini ve ortamı gözünüzün önünde çok güzel canlandırabiliyorsunuz, tek eksik olan sanatçıların kostümleri, o da sizin hayal gücünüze kalmış. Bu kısa performansı beğenenler bilet alıp yakında başlayacak operaya gidebilirler.

Bizim AKM’nin senelerdir boş durdurduğunu, orada ne güzel opera ve bale gösterilerine gittiğimi hatırlayınca içim sızladı.

23 Ekim 2014

22.10.2014 Çarşamba



Dün Süleyman ile buluşmak için okula gittiğimde bu manzara ile karşılaştım. GWU iki yeni bina almış ama onların eski dış cephelerini (fasadlarını) tutarak arkasını yeniden inşa etmek istediğinden, dış cepheleri askıya almış ve çok enteresan bir görüntü ortaya çıkmış. Bakalım bittiğinde nasıl bir görüntü olacak. Bir arkadaşıma bittiğinde fotoğrafını çekip göndersin diye rica etmeliyim.

GWU aslında bildiğimiz üniversiteler gibi değil. Şehrin tam göbeğinde, Beyaz Saray’a 3 blok, Dünya Bankasına 2 blok uzaklıkta, 5 blokluk bir alanda üzerinde üniversitenin bayrağı olan binalardan oluşuyor. Yani bildiğiniz anlamda sınırları olan bir kampusu yok. Ama Tıp Fakültesi, Mühendislik Fakültesi, Hukuk Fakültesi, Güzel Sanatlar Fakültesi gibi bölümlerine devam eden 20.000 den fazla talebesi var. George Washington’un vasiyeti üzerine 1821 yılında kurulmuş özel bir üniversite.
Aslında yalnız üniversitede değil, Washington DC’nin değişik yerlerinde eski ile yeninin birleşimi çok güzel binalar görmek mümkün. Tabii ki bizdeki tarihi binalar gibi değil, çünkü DC İstanbul’a nazaran çok genç bir şehir. İç savaştan sonra, 1790 yılında Kongre Potomac Nehri yakınlarında bir ulusal başkent kurulmasına karar verir. Herhangi bir eyaletin sınırları içinde yer almasının o eyalete çok büyük bir ayrıcalık sağlayacağı düşüncesiyle bu kent District of Columbia denilen özel statüde bir bölge olarak kabul edilir. Kendi başına bir eyalet değildir ve hiçbir eyaletin sınırları içinde yer almaz. Direkt olarak federal devlete bağlıdır. Maryland ve Virginia eyaletleri tarafından feragat edilen toplam 260 km2 arazide kurulur. Daha sonra önceden bu bölgede var olan iki yerleşim de yeni bölgenin topraklarına dâhil edilir; 1751’de kurulmuş olan Georgtown, Maryland ve 1749’da kurulan Alexandria, Virginia. Ağırlıklı olarak tarihi binalar da bu iki bölgede bulunur. Beyaz Saray çevresindeki, bakanlıklar ve hükümet binalarının birbirlerine uyumlu mimarilerinin yanı sıra şehrin içine ilerledikçe otellerin, banka merkezlerinin daha modern mimarileri olduğu görülür.
DC’nin iki eyalet arasında kalmış küçük bir eyalet olduğunu en çok metrodayken anlıyor insan. Şehrin merkezindeki bütün metro yollarının keşiştiği “Metro Center”dan metroya binip 7 durak kuzeye gidince Maryland’e geçiyorsunuz, 6 durak güneye gidince Virginia’da buluyorsunuz kendinizi.

22 Ekim 2014

21.10.2014 Salı


Geçen pazar sabahı hayatımızda ilk defa kilisede sabah ayinine gittik.
Geldiğimizden beri her Pazar saat 11 ve 12 de çan sesleri evimizi dolduruyor. 16. caddede karşılıklı iki kilise var, diğer köşede ise Tom Cruise ve John Travolta üyeleri arasında olduğundan gazetelerde sıkça adı geçen Scientology kilisesi var. Bu kadar yakınımızda iken bir ayine gitmek istedim. Cumartesi ayin saatlerine baktık; Saat 9.30 ve 11.
Kahvaltımızı yaptık ve on bire beş kala çıkıp kiliseye gittik. Adı “Foundry United Methodist Church”.  Girerken elimize bir program verdiler. Onbir de çanlar çaldı ve kilise korosu elemanları içeri girip yerine oturduktan sonra kadın rahip kısa bir konuşma yaptı, sonra koro bir şarkı söyledi… Her şey program dahilinde gitti. Programda halkın ne zaman ayağa kalkacağı, ne zaman topluca şarkıya katılacağı ve ilahinin kitabın hangi sayfasında olduğu yazıyordu.  Enteresandır ki çok fazla İsa ve Tanrı kelimeleri geçmedi. Sadece bir dua okundu, o da çok kısaydı ve gençlik haftası olduğundan genç bir çocuk okudu. Üç gençte kendilerine göre inanç, tanrı ve kilise konulu esprili konuşmalar yaptı. Oturduğumuz bankların önündeki ceplerde ise İncil değil ilahi (hymn) kitapları duruyordu. Bir ara 4-5 kilise üyesi sıraların arasında dolaşıp sessizce bağış topladı. İlahiler hep birlikte söylendikten sonra programda  yazan dua hep bir ağızdan okundu (May the Lord bless you and keep you, May the Lord make his face to shine upon you and be gracious to you, May the Lord lift up his cuntenance upon you and give you peace). Saat 12 de olay bitti. Tamamen dolu olan kilise boşalırken çanlar yine çalıyordu.
Çok enteresan geldi bana, diğer kiliselerde de böylemidir bilemiyorum? Seyahat ederken genelde gittiğimiz ülkelerin kiliselerini, camilerini veya tapınaklarını gezmeyi severiz. Genelde ibadet saatlerinde insanları rahatsız etmemek için girmeyiz, sanırım o yüzden hiç ayin tecrübem yoktu. Belki sadece görüp öğrenmek istediğimden, belki konuşmalar, ilahiler, alkışlardan dolayı bana şov gibi geldiğinden, belki kalabalıktan kilisedeyken içimden dua etmek gelmedi. Hâlbuki dolaşırken içeri girip mum yakıp dua etmişliğim çok olmuştur.

21 Ekim 2014

20.10.2014 Pazartesi


Hafta sonu müze gezdik. Washington DC’nin bir müzeler cenneti olduğunu söylemiştim daha önce. Pırıl pırıl güneşli ama soğuk bir günde ilk tercihimiz “Hirshhorn Museum and Sculpture Garden” oldu. Nedeni ise burada 2000 yılında annemle Salvador Dali sergisine gitmiştik ve çok etkilenmiştik. Ama bu sefer “Days of Endless Time” isimli değişik sanatçıların videolarının yer aldığı bir sergi vardı. Sanırım ben video sanatını anlamıyorum, 3-5 dakika ne olacak diye bekleyip genelde ne olduğunu anlayamadan bitiyor. Sadece Miguel Angel Rios isimli İspanyol bir sanatçının A Morir (‘till Death) isimli videosu etkileyici idi.
Müzenin kuruluşunun 40. yılıymış daha enteresan bir sergi beklerdim. Heykel ağırlıklı diğer bölümleri de dolaşıp çıktık. Bahçede daha önceden bildiğimiz, Juan Munoz’a ait heykeller karşıladı bizi.


İkinci durak “Smithsonian Castle” oldu. Aslında bu müzelerin kuruluş öyküsü enteresan. 1829 da ölen İngiliz bilim adamı James Smithson, hayatı boyunca hiç Amerika’ya gelmemiş olmasına rağmen, vasiyetnamesinde tüm varlığını ABD’ye Washington’da “bilgiyi artırmak ve yaymak” amacıyla bir müze kurulması için bırakıyor. Bürokratik işlemler uzun sürüyor ve 1846 yılında “Castle” yapılarak enstitü çalışmaya başlıyor. Binanın girişinde soldaki mermer kalafata 1889’da getirilen Smithson’un kemikleri konuyor. Bugün ise bünyesinde 19 müze var.

“Smithsonian Castle” daha çok bünyesindeki diğer müzelerin tanıtım ofisi gibi ve tabii ki müzenin idari ofisleri bu binada.

Charles Lang Freer’in bağışladığı tüm Uzakdoğu koleksiyonunun sergilendiği “Freer Gallery”e girince birbirine aşağıdan geçitlerle bağlanmış “Sackler Gallery” ve “African Art Museum”u da gezdik. Hepsinde birbirinden ilginç sergiler vardı.
Freer Galeri'de James Whistler’in 1887 yılında yaptığı Venedik resimleri sergileniyordu. Bir bölümünde de İznik çinilerinin sergilendiği Sackler Galeride ise “Nasta’liq – Persian Calligraphy” sergisi bize çok ilginç gelmedi. Ama “African Art Museum”daki Hollywood filmlerinde fotoğrafçı olarak çalışmış Eliot Elisofon’un yirminci yüzyıl ortasında Afrika’ya yaptığı gezide çektiği fotoğraflardan oluşan sergi ile Nijeryalı fotoğrafçı Alonge’nin kral ve kral ailesi fotoğraflarından oluşan sergi çok ilginçti.
Dışarı çıktığımızda saat altı olmuştu ve çok yorulmuştuk. Metro’ya doğru yürürken karşıma Georgetown’da bulamadığım “Barnes and Nobles” çıktı. İkinci katında Starbucks’ta kahvelerimizi içip dinlendikten sonra kitapları karıştırdık, keyifle eve döndük.



20 Ekim 2014

19.10.2014 Pazar


Üçüncü haftamızda bugün bitiyor. Haftalık “neler öğrenmişim, neler hatırlamışım” bölümüm.

-        Anladım ki; “Google” çok akıllı, her şeyi biliyor.
-        Anladım ki; “Ananas – Mango Salsa” yapmayı öğrenmem gerek, müthiş bir tat. 

-        Öğrendim ki; Salata kurutucu faydalı bir aletmiş (evdekini özledim).
-        Öğrendim ki; TV’de alışveriş kanalları çoğalmış. Acaba çok alan var mıdır ??
-        Öğrendim ki; DC’de içki dükkânları çok fazla. Gerek Chicago’da, gerekse Virginia’da arabayla uzak yerlere giderdik almak için. Şimdi benim sokakta bile üç tane var??
-        Öğrendim ki; Gerektiğinde su bardağı ile de rakı içilebilir.

Meğerse;
-        Unutmuşum; Televizyonda film seyrederken reklamların ne kadar sık olduğunu; 10 dakika film, 5 dakika reklam.
-        Unutmuşum; Amerikalıların ne kadar kötü giyindiklerini.
-        Unutmuşum; Ambulansların, polis ve itfaiye araçlarının ne kadar çok siren çaldığını.

18 Ekim 2014

18.10.2014 Cumartesi

Çarşamba günü “Phillips Collection”u gezip çok zevk almıştım. Perşembe günüde yine bizim bölgedeki “Heurich House Museum”a gittim. Aynı dönemlerde, aynı bölgede yaşamış iki insanın evlerinin bu kadar farklı olabileceğini hiç düşünememiştim. Gerçi dışarıdan bakınca bile ikisi çok çok farklıydı. Duncan Phillips’in (1886 –1966) evi ne kadar sade ve elegan duruyorsa, Christian Heurich’in (1842 – 1945) evi o kadar korkutucu bir şato görünümünde. Farklı iki hayat hikayesini peşpeşe öğrenmek benim için çok enteresan oldu.


Phillips hakkında Çarşamba günü yazmıştım. Heurich bir Alman göçmeni. 15 yaşında annesini ve babasını kaybettikten iki yıl sonra Amerika’ya geliyor. Babasının da bira imalathanesi olduğundan birkaç yerde çalışıp Amerikan tarzı bira yapmayı öğreniyor, sonra Washington’a gelip kendiside bir fabrika kuruyor. İlk evliliğini zengin bir Amerikalıyla yapıyor. Eşi evin yerini satın alıyor, ama kısa zamanda ölüyor. İkinci evliliğinde de eşi erken ölüyor. 56 yaşındayken üçüncü defa 33 yaşında biriyle evleniyor, 4 çocukları oluyor ve 102 yaşına kadar bu evde mutlu yaşıyor.
Heurich, sıfırdan zengin olmuş ve bu zenginliğini evinin her köşesinde gösterebilmek için çok çaba harcamış. Evde 31 oda ve 15 şömine var. Viktorya stili, koyu renk duvarlar, koyu renk perdeler, ceviz oymalı kapılar, yüksek tavanlar ama hepsi boyalı süslü. Yani bol şatafatlı karanlık bir ev. 1892 – 1894 yılları arasında inşa edilmiş bu evde zamanının ileri teknolojisi kullanılmış. Elektrik o zamanlar Washington’da yeni olduğundan avizelerde ampuller var ama sık sık kesintiler olduğundan aynı avizede gerektiğinde mum konulabilecek yerler de var. Asansör yeni olmasına rağmen dört katlı evin asansörü var. 15 şöminesi olmasına rağmen hiç kullanılmamış çünkü çok iyi bir kalorifer sistemi var. Ve tamamen yangına karşı dayanıklı olsun diye bol beton ve çelik kullanılarak yapılmış. Ama evde hiç sanat eseri yok.
Duncan Phillips ise zaten zengin bir ailede doğmuş. Evin içi de dışı gibi çok sade, aydınlık ve şık, en şatafatlı şey müzik odasındaki kuyruklu piyano. Tabii burası artık müze olduğundan hiç eşya yok ama müze katalogundaki fotoğraflardan gördüğüm kadarıyla çok sade döşenmiş, evin süsü sadece duvardaki resimlermiş. Bu da Duncan Phillips'in evi.



Heurich’den sonra oğlu bira fabrikasını 1956 yılına kadar yönetmiş ama reklam verebilen büyük şirketler karşısında dayanamayınca, kapatmaya karar vermiş. Şimdi fabrikanın yerinde şehrin sanat merkezi olan “Kennedy Center” yer almakta.

17 Ekim 2014

Teşekkür


Blog yazmaya başlayalı neredeyse 20 gün oluyor. En başından beri sevgili eşim Süleyman’a teşekkür etmek istiyordum. Kısmet bu güneymiş.
33 yıldır birlikte beş kıtadaki onlarca ülkeyi gezerek binlerce anı biriktirdik. Güzel heyecanlar yaşadık, güzel yemekler yedik, yeni müzikler keşfettik, farklı insanlar tanıdık.
Senin gezgin ruhun sayesinde yeni seyahatleri genelde sen planladın, bana da sana takılmak ve zevkini çıkarmak kaldı.
Bu sefer yedi haftalık senin için iş benim için tatil olan bu seyahatte blog yazmamı teşvik eden, bana yeni fikirler veren, yazdıklarımı herkesten önce okuyup düzelten sevgili editörüm her şey için teşekkür ederim…

17.10.2014 Cuma


Bizim dairenin giriş kapısının arkasında tam üç tane kilit var. Genelde Amerikan filmlerinde olur, kendini takip eden birinden kaçmak için dairesine giren kadın sırayla hepsini kilitler ve kapının arkasına yaslanıp dışarıyı dinlerken kendini emniyette hisseder. Bunları koyduklarına göre kilitlemek gerek diye düşündüğümüzden her gece kilitliyoruz. Ama bir problem var, ikisi sağa biri sola çevrilince kilitleniyor. Ve ben kapıyı açmaya çalışırken hep karıştırıyorum. Tam o sırada bir de acı acı siren çalarak geçen bir polis arabası olursa kendimi bir filmde sanıyorum. Burada trafikte hemen hemen hiç korna çalınmıyor ama gün içinde çokça polis, ambulans veya itfaiye sireni duyabilirsiniz, aynı filmlerdeki gibi.

16 Ekim 2014

16.10.2014 Perşembe


Ne komik artık dünyanın her yerinde aynı şeylere rastlamak mümkün. Dün müzeden çıktığımda yağmur yağıyordu. Dupont Circle Metro girişinde Meksikalı tipi olan yukarıdaki resimdeki adam “ Umbrellas… 5 dolar…. 5 dolar…” diye bağırıyordu. Aynı Bağdat caddesine bir damla yağmur düştüğünde bir anda ortaya çıkıp 5 liraya şeffaf şemsiye satan adamlar gibi. Tek farkı bunun şemsiyeleri siyahtı.

15.10.2014 Çarşamba


Bugün hava durumu yağmurlu gösterince müze gezmeye karar verdim. Bildiğiniz gibi biz 17&P caddelerinin kesiştiği köşede oturuyoruz. Gideceğim müzede 21&Q köşesinde, yani bize yürüme mesafesinde. Fotoğraf makinemi alıp çıkınca, yağmur başlamadan evleri ve renkleri dönmeye başlayan ağaçların fotoğraflarını çektim. İşin doğrusu telefon ile fotoğraf çekmek pratik olduğundan geldiğimizden beri ikinci defa fotoğraf makinemi açtım.
Philips Collection” Duncan Philips tarafından 1921 yılında kurulmuş bir müze. Duncan Philips, finans ve çelik sektöründe yatırımları olan bir aileden gelmesine rağmen Yale üniversitesinde edebiyat üzerine eğitim aldıktan sonra daha çok sanat kitapları yazmış ve modern sanat eserleri toplamaya başlamış. Oturduğu evi zamanla müzeye çevirerek kendisi başka bir yere taşınmış ve 1966 yılında ölünceye kadar müzesini yönetmiş. Kalıcı koleksiyonunda Van Gogh, Renoir, Picasso, Matisse, Rothko gibi birçok sanatçının eserleri bulunmakta. Geçici sergi “Neo-Impressionism and the Dream of Realities” ise Georges Seurat, Paul Signac, Camille Pissarro gibi 15 sanatçının 70 kadar eserinden oluşmakta.  Bilhassa Avrupa’daki müzelerden toplanmış eserlerle oluşturulmuş çok güzel bir sergi.

Müzenin eğitim bölümü haftada üç gün öğlen saatlerinde bünyesindeki değişik eserler hakkında yarım saatlik bir sunum yapıyormuş. Şansıma ben girdikten beş dakika sonra başlayacağını söylediler ve de sevdiğim Amerikalı ressam Georgia O’Keeffe’nin “ Jack-in-the-Pulpit” adlı eseri konuşuldu. Gelen izleyicilerinde katıldığı çok hoş bir sohbet oldu.
Aslında geçen hafta gezdiğim “National Galery of Art”a ait olan eser geçici olarak buradaymış. Ama müzenin kendi koleksiyonunda sanatçının iki eseri daha vardı.
Müzenin değişik yerlerinde İspanyol heykeltıraş Bernardi Roig’e ait flöresan lambalı beyaz adam - “The Man of the Light” heykellerine rastlamak mümkün. En güzeli müzenin iki binası arasına yerleştirilmiş olandı.