21 Ekim 2014

20.10.2014 Pazartesi


Hafta sonu müze gezdik. Washington DC’nin bir müzeler cenneti olduğunu söylemiştim daha önce. Pırıl pırıl güneşli ama soğuk bir günde ilk tercihimiz “Hirshhorn Museum and Sculpture Garden” oldu. Nedeni ise burada 2000 yılında annemle Salvador Dali sergisine gitmiştik ve çok etkilenmiştik. Ama bu sefer “Days of Endless Time” isimli değişik sanatçıların videolarının yer aldığı bir sergi vardı. Sanırım ben video sanatını anlamıyorum, 3-5 dakika ne olacak diye bekleyip genelde ne olduğunu anlayamadan bitiyor. Sadece Miguel Angel Rios isimli İspanyol bir sanatçının A Morir (‘till Death) isimli videosu etkileyici idi.
Müzenin kuruluşunun 40. yılıymış daha enteresan bir sergi beklerdim. Heykel ağırlıklı diğer bölümleri de dolaşıp çıktık. Bahçede daha önceden bildiğimiz, Juan Munoz’a ait heykeller karşıladı bizi.


İkinci durak “Smithsonian Castle” oldu. Aslında bu müzelerin kuruluş öyküsü enteresan. 1829 da ölen İngiliz bilim adamı James Smithson, hayatı boyunca hiç Amerika’ya gelmemiş olmasına rağmen, vasiyetnamesinde tüm varlığını ABD’ye Washington’da “bilgiyi artırmak ve yaymak” amacıyla bir müze kurulması için bırakıyor. Bürokratik işlemler uzun sürüyor ve 1846 yılında “Castle” yapılarak enstitü çalışmaya başlıyor. Binanın girişinde soldaki mermer kalafata 1889’da getirilen Smithson’un kemikleri konuyor. Bugün ise bünyesinde 19 müze var.

“Smithsonian Castle” daha çok bünyesindeki diğer müzelerin tanıtım ofisi gibi ve tabii ki müzenin idari ofisleri bu binada.

Charles Lang Freer’in bağışladığı tüm Uzakdoğu koleksiyonunun sergilendiği “Freer Gallery”e girince birbirine aşağıdan geçitlerle bağlanmış “Sackler Gallery” ve “African Art Museum”u da gezdik. Hepsinde birbirinden ilginç sergiler vardı.
Freer Galeri'de James Whistler’in 1887 yılında yaptığı Venedik resimleri sergileniyordu. Bir bölümünde de İznik çinilerinin sergilendiği Sackler Galeride ise “Nasta’liq – Persian Calligraphy” sergisi bize çok ilginç gelmedi. Ama “African Art Museum”daki Hollywood filmlerinde fotoğrafçı olarak çalışmış Eliot Elisofon’un yirminci yüzyıl ortasında Afrika’ya yaptığı gezide çektiği fotoğraflardan oluşan sergi ile Nijeryalı fotoğrafçı Alonge’nin kral ve kral ailesi fotoğraflarından oluşan sergi çok ilginçti.
Dışarı çıktığımızda saat altı olmuştu ve çok yorulmuştuk. Metro’ya doğru yürürken karşıma Georgetown’da bulamadığım “Barnes and Nobles” çıktı. İkinci katında Starbucks’ta kahvelerimizi içip dinlendikten sonra kitapları karıştırdık, keyifle eve döndük.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder